Türkiye, Enes Kara’ya ağlıyor.

Aile büyüklerinden beklediği anlayışı görememenin yanı sıra, tarikat yurdunda yaşadığı baskılara ve geleceğine yönelik umutsuzluğa yenik düşerek, henüz 20 yaşında bu dünyadan göçüp giden Enes’in trajik ölümü, eğitimin ve eğitimcilerin çocuklarımızın hayatlarındaki rolünü bir kez daha gözler önüne serdi.

Dünkü SÖZCÜ’nün manşetinde vurguladığı gibi Türkiye, eğer Atatürk’ün yoluna sırtını dönmemiş olsaydı Enes, mutlu bir genç olarak yaşayacak, o ve akranları gelecek korkusuna kapılmayacaklardı.

Bugün sizlere, bir öğretmenin öğrencisi için neler yapabileceğini, hatta onu karamsarlığın ölümcül pençesinden nasıl kurtarabileceğini gösteren, çok çarpıcı bir olayı anlatacağım.

★★★

“30’lu yaşlardayım. Okulun ilk günü, tören bitti. Öğretmen ve öğrenciler, gürültü patırtı, itiş kakış arasında ve heyecan içinde okula giriyor. Okul kalabalık. 2000 mevcudumuz var.

Bir ara merdivende bir boşluk oluşuyor, yol açılıyor ve herkes kenara çekiliyor. O boşluktan bir genç kız hızla aşağıya iniyor. Merdivendekiler dönüp dönüp ona bakınca ben de dikkat kesiliyor ve şoke oluyorum. Sarışın, alımlı bir kız. Renkli gözlü ama çok acayip, çok... Yüzü çok geniş, tıpkı aslana benziyor. Gözleri birbirinden ayrık... Burnu sadece iki delikten ibaret. Hepimizi nefretle süzerek yanımızdan hızla geçiyor. Donup kalıyoruz. Bu ne? Nasıl bir şey? Fısıldaşmalar arasında arkadaşlara onun kim olduğunu soruyorum. “ Evet böyle bir öğrenci  var, ama fazla bir şey bilmiyoruz” diyorlar.

★★★

Ertesi gün derse girince onu görüyorum. Sıraya kapanmış ağlıyor. Diğerlerinde çıt yok. Sadece bakıyorlar. Lise 1 ve 50 kişilik sınıf. “Günaydın” diyorum, herkes yerine oturuyor. Çocuklara bakıyorum, “Bilmiyoruz” gibisinden işaretler yapıyorlar. Kız ağlıyor, bağıra çağıra hıçkırıyor. Yanına gidip yavaşça saçını okşuyorum:  “Ne oldu canım? Neden ağlıyorsun?” Ses yok, cevap yok. “Bir yerin mi acıyor?” ses yok. “Birisi bir şey mi dedi?..” Birden doğruluyor “Bakın, bana iyi bakın” diyor. Kolumu tutup silkeler gibi yaparak “Bakın ne kadar çirkinim, değil mi? Çirkin değil, korkunç. Hayvan gibiyim. Öyle değil mi hocam?..” diye soruyor.

İki elini avuçlarımın arasına alıp “Dur bakalım. Ne oluyor sana? Bunlar nasıl sözler? Çok ayıp.” diyorum.

Hıçkırıklar arasında “Hocam, hocam, yalan değil. Herkes bana korkuyla bakıyor. İğreniyorlar benden. Arkamdan konuşuyorlar. Birbirlerine gösteriyorlar. Gülüşüyorlar!..”

-Hayır! Yok! Öyle bir şey olur mu canım? Sakin ol, dur bakalım, konuşalım.

“Sakin olmayacağım. Mesela siz beni sarılıp öpebilir misiniz?”

Bir saniye bile tereddüt etmeden sarılıp öpüyorum. O da bana sarılıyor, beraber ağlıyoruz. Sınıfta herkesin gözleri doluyor. Onlara dönüp “Gelin çocuklar, arkadaşınıza sarılın” dememle birlikte herkes fırlıyor.

Koro halinde ağlaşıyoruz...

★★★

İdareden izin alıp bütün okulu konferans salonunda topluyorum. Aslan kızımı da bir bahane ile dışarıda göreve yolluyoruz. Çocuklara şunları söylüyorum:

“Eğer alay etmeye, onu üzmeye devan ederseniz, iyi düşünün. Yarın öbür gün onun gibi çocuklarınız olursa anlarsınız” diyorum. Yüreklerine seslenip daha çok şey söylüyorum. Çocuklar, ne demek istediğimi anlıyor ve saygıyla dinliyor. Böylece her şey düzeliyor, kızımızı üzecek bir olay yaşanmıyor.

★★★

Bir ara aslan kızımla sohbet ediyoruz. Görünümünün nedeni “Akromegali” diye bir hastalıkmış. Hipofiz bezinden kaynaklanan bu rahatsızlıkta kemiklerin bazıları anormalleşiyor, uzuyor, büyüyormuş (Bir zamanlar onun gibi bir Uzun Ömer vardı). Vücudun her yerinde olabiliyormuş. Bu kızımın baş kemiklerine rastlamış işte.

Gariban bir ailenin çocuğu, para yok, pul yok, zar zor idare ediyorlar. Bende de yok sayılır, zengin değilim. Ama aklım onda. Kafam makine gibi çalışıyor. Ne yapsam, ne yapsam, acaba çaresi var mı, ilacı, ameliyatı olabilir mi? O zamanlar bilgisayar yok ki anında öğreneyim!..

★★★

Bir gün gazetede bir haber görüyorum: Habere göre; Ankara’da bir kadın doktor, maddi imkanı olmayan gençlere estetik ameliyat yapıyormuş.

Hemen yazıyorum. Sekreteri arayıp “Bize yollayın öğrencinizi” diyor. Sevinçten delireceğim. Yol parası veya herhangi bir şey gerekir diye arkadaşlarla aramızda para topluyoruz ve gidiyor.

★★★

Kısa bir süre sonra kapım çalıyor, açıyorum; Karşımda o!.. Yan duruyor. “Hocam bakın! Bakın! Burnum nasıl? Artık burnum var hocam!” diyor

-Aaaa!! Aman Tanrım! Harika! Yaşasın!..

“Ah hocam ne diyeyim, Allah sizden bin kere razı olsun... ” Bu kez mutluluktan ağlaşıyoruz. Sadece kan için az bir para ödemiş. Yanaklarından oyarak burun yapmışlar. Gerçekten inanılması zor bir durum ama burnu var artık işte! O iki deliğin yerini burun almış. Tabii o ürkütücü aslan yüz duruyor!..

★★★

Aslan kızım liseyi gayet iyi okuyup mezun oluyor. Oluyor daaa.... Hangi sınavı kazanırsa kazansın işe almıyorlar!.. Mesela hemşirelik. “Olmaz kızım, hastalar sizden korkar!” diyorlar. Bankacı olmak istiyor, yine aynı sonuç. Her seferinde bize gelip, hüngür hüngür ağlayarak anlatıyor. Ben de ısrarla teşvik edip, tekrar başka sınava yolluyorum. “Yılmak, pes etmek  yok, yine gireceksin ve kazanacaksın” diyorum...

★★★

PTT’ye memur alınacakmış. Morali sıfır, istemiyor, çünkü sonucu biliyor. Yine de yolluyorum tabii. Yazılıyı bitirmiş, başardığını biliyor, sınavın sonucunu da. Ertesi gün hem sonuçları alacak, hem de ufak bir mülakata girecek, başvuranı tanımak için. Eyvah diyorum, eyvah! İçeri girince, komisyondaki kişiler dikkatle bakıyorlar. Hızlı hızlı masaya yaklaşıyor bizimki, masaya bir yumruk, “Allah hepinizin belasını versin. İnşallah çocuklarınız benim gibi olsun. Yine olmadı değil mi? ‘Çirkinim, insanlar benden korkar!... Değil mi? Ben mi istedim böyle olmayı? Vicdansızlar!..” diye haykırarak, hıçkırıklar arasında geri dönüyor, güm diye kapıyı çarpıp çıkıyor. Ardından biri koşarak gelip tutuyor, çeviriyor, elindeki kağıdı gösteriyor: “Ne bağırıyorsun be? Aklını mı kaçırdın? Bak bakalım bu kağıtta ne yazıyor?..”

Kağıdı ağlayarak okuyor, kazanmış! Kabul edilmiş! Adam teselli ediyor, diğerlerinin yanına götürüyor, hepsi güzel şeyler söylüyor. (O güzel insanlar, insan gibi insanlar). “Hadi git annene müjde ver” diyorlar. Tabii hemen bana geliyor. Bağırış, çağırış, merdivenler çınlıyor: “Hocaaaaam hocaaaammm kazandım!.. Yaşasın!.. Şunu dedim, bunu dedim... Onlar da şunu dedi... Ama kazandım!..”

Uğur Bey, böyle bir sevinci dünyada çok az insan yaşamıştır. Kalbim duracak gibi oluyor. “Canım kızım, yaşa! Aferin sana! Sonunda başaracaktın, biliyordum...”

Böylece memur oluyor...

★★★

İlk maaşını alınca kalp biçimli bir kutu içinde kalpten çikolatalarla geliyor. Yine sarılıp ağlaşıyor, gülüyoruz. Aldığı bütün maaşları belki ameliyat olurum,  düzelirim diye biriktiriyor. Bu azim ve inat yıllarca sürüyor.

Bir gün yine bir gazete haberi dikkatimi çekiyor: “Uçan hastane ORBİS”in ameliyat ekibi şu şu şu günlerde şehrimizde (Aydın) olacak. Maddi imkanı bulunmayan, özellikle gençler için estetik ameliyatlar yapılacak. Şuraya şöyle şöyle müracaat ediniz. Dr. Orhan” (Soyadını unuttum). Tabii bu duyuruyu havada kapıyor ve verilen telefondan Dr. Orhan’ı bulup durumumuzu anlatıyorum. Doktor “Sizi tebrik ederim, siz hangi devirden geldiniz?” diye takılıyor. “Kızımızı gönderin” diyor. İyi de... Kız memur... Nasıl olacak? Hem de estetik diye kim izin verir ki?..

★★★

Eşim Zeki de bizim okulda Coğrafya öğretmeni. O, “PTT Müdürü Şakir benim öğrencim. Konuşalım, kırk yılda bir bir şey isteyelim. Kendimiz için de değil zaten” diyor. Müdür bizi son derece nazik karşılıyor.(Çok temiz, iyi, nazik çocuklar yetiştirdik). “Hocam ne demek, her türlü desteği veririm. Kızınızı severim, neler hissettiğini biliyorum” diyor

PTT’den uçarak çıkıp, müjdeli haberi veriyoruz. Kızım umutla Aydın’a gidiyor.

★★★

ORBİS doktorları muayene ediyorlar. Dr Ecmel Bey diye bir hoca (adı çok değişik geldiğinden hiç unutmadım) “Yaparım ama.... yüzde 10 başarı, yüzde 90 risk. Ne dersin?” diye soruyor. Eyvah ki ne eyvah! yüzde 90 risk ne demek?

Ecmel hoca şöyle diyor: “Bu hastalık kemikleri büyütür, uzatır, çeker. Senin göz oyuklarının kemikleri iki yana doğru açılıyor. Dolayısıyla sinirleri de geriyor. Göz sinirlerini. Zamanla bunlar kopacak, maalesef kör olacaksın!..”

Kızım hemen gelip durumu bana anlatıyor. Ne hale geldiğimi tahmin edin. “Hocam ne dersiniz? Yüzde 10’u kabul edeyim mi? Doktor ‘Öğretmeninle konuş, beraber karar verin’ diyor”.

-Kızım ben nasıl konuşayım? Evet desem, ya kötü bir şey olursa? Ömür boyu vicdan sızısı....

“Ya iyi olursa hocam?” diyor

-Ama yüzde 10 kızım!.

“Peki hocam, siz benim yerimde olsanız, ne derdiniz?”

-Ben mi?

“Evet lütfen hocam... Haydi söyleyin”.

-Kızım, ben ameliyat olurdum!

 “O halde gidiyorum hocam” diyor ve gidiyor...

★★★

17 saat süren bir ameliyat. Devamlı arıyorum. Hemşire artık beni ezberliyor. “Öğretmenim, annesi sizin kadar çok aramıyor!.. Ameliyat iyi gidiyor, merak etmeyin.”, “Hocam iyi, merak etmeyin. 5 saat oldu!..”, “Hocam, 7 saat oldu, ameliyatı yapan hoca çıktı, azıcık uyuyor. Çok yoruldu!..”  “Hocam siz beni aramayın, ben size bilgi veririm!” diyor en sonunda.

Öğreniyorum ki yüz üstü yatırıp ensesinden girerek inanılmaz bir ameliyat yapılmış. O acayip tehlikeli bölgeden yol açılarak, çelik halka takılmış ve halkaya lehim bile yapılmış. İnanılır gibi değil!..

17 saat sonra kızım çıkıyor. Kısa sürede iyileşip görevine dönüyor.. PTT müdürü Şakir Beyden Allah bin kere razı olsun. Çok destekliyor.

★★★

Kızımla aylar sonra görüşebiliyoruz Çünkü “Yüzüm çok şiş, olmaz, gelmem” diyor. Aman Tanrım! Karşıma alıp saçından kâkül kesiyorum ve yüzünü kapatacak bir saç modeli uyduruyorum. (iki yandan kapatarak). Ve şık kocaman gözlükler takıyorum. Zaten sarı ve güzel saçları var, makyaj vs. oldu işte,  hiç de fena değil...

Evlenip yuva kuran kızım beni hiç unutmuyor. Bir gün altın top gibi bir bebekle geliyor. Dünyalar güzeli bir oğlu olmuş. Çok şeker, eşi de melek gibi,  iyi, saygılı biri...

★★★

Yıllar geçiyor, büyük çocuğum Yüzbaşı Cem Öneş şehit düşüyor.

2 yıl sonra kızım Firuz’a da böbrek yetmezliği teşhisi konuyor.

Bir gece aslan kızım ve eşi geliyorlar. “Hocam organ nakli paralı (o zaman öyleydi), sizde yoktur bilirim. Bizim 40.000 TL’miz var. Akçay’dan ev alacaktık, acil değil. Sırf yatırım olsun diye. O parayı size vereceğiz, kabul etmenizi istiyoruz.” “Olmaz” diyoruz, “Hayır” diyoruz, ama onlar ısrar ediyorlar. “Uygun organ bulunduğunda haberleşiriz” diye atlatıyoruz. (Zengin dostlarımız var, uygun durumda eş dost akraba var, ama bu teklifi sadece kızım yapıyor.)

Neyse birkaç yıl sonra rahmetli İsmet Sipahioğlu (komşumuz) ile kızımın arkadaşı Havva Özdemir ve diğer iyi insanlar o parayı veriyorlar, böylece ameliyatımız oluyor...”

★★★

Değerli okurlarım,

Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduktan sonra Resim ve Sanat Tarihi öğretmenliği yapan ve Balıkesir Lisesi’nden emekliye ayrılan Merih Tekin öğretmenimizin  “aslan kızı”nın öyküsü böyle.

Okurken gözlerinizin yaşardığını görür gibiyim.

Başöğretmen Atatürk’ün yolundan giden öğretmenler sadece ışık saçmaz, bu öyküdeki gibi, yeri geldiğinde hayatlarını öğrencilerini yaşatmaya adarlar...

Ah, keşke talihsiz Enes de böyle bir öğretmene rastlayabilmiş olsaydı.

Cumhuriyet’in tüm değerli öğretmenlerine saygı ve minnet, aramızdan ayrılanlara da rahmetle...