Değerli okurlarım,

Sizlere bu pazar da, değerli yazar kardeşim Hasan Baran’ın yakında SÖZCÜ Kitabevi’nden çıkacak olan “Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa” kitabından göz yaşartan bir anıyı aktaracağım.

★★★

“Ben Timsal Karabekir, Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa’nın en küçük kızıyım. Paşa babam, savaşta yetim kalan 4-14 yaş arası binlerce çocuğun bakımını üstlenen, eğitimleriyle ilgilenen bir komutan olmasının yanı sıra, çok vicdanlı, merhametli ve insana çok değer veren bir gariban babasıydı. Doğu’da savaşta yetim kalan binlerce çocuğa sahip çıktı. Kolordunun imkânlarını kullanarak yetimler için Sanayi Mektebi, Leylî Eytâm, İbtidâî Mektebi, Erzurum Ana Mektebi, İş Ocağı, Sıhhiye Mektebi, Sarıkamış Askerî İdâdîsi ve Sarıkamış Ana Mektebi gibi eğitim kurumlarını açtı. Kolordudaki ustalar sanat, subaylar da okuma yazma ve terbiye öğretmeni olarak görevlendirildi. Sanatkâr olan çocukların bir kısmı kolorduda bırakılıyor, diğerlerinin dışarıda iş bulmasına yardım ediliyordu. Zeki olanlar ise özel eğitime tâbi tutuluyor ve askerî mektebe gönderiliyordu. Çocuklarla bizzat ilgileniyor ve yazdığı tiyatro oyunlarını onlara oynatarak eğitimlerine yardımcı oluyordu.

★★★

Paşa babamın hayatı hızlı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geldi geçti.

Hâlâ hatırlarım:

Kadranına bildiğim bilmediğim ne kadar şehir varsa yazılmış bir radyo dünyadan sesler getiriyor: Canlı, kıvır kıvır, kömür alevleri gibi saydam sesler... Dünyanın her şehrinden şarkılar, türküler, sımsıcak odamıza dolaşıyor...

Yılın ilk kar fırtınası İstanbul-Erenköy’ü basmıştı.

Babamla birlikte dışarıya bakıyorduk.

Kar taneleri rüzgârda savruluyordu.

Lapa lapa pencere camlarına vuruyor, buğuların üstünde kar tanecikleri parıldıyordu. İlerideki ağacın dallarında, üşümüş kumrular ötüyordu.

Uçarken sivri, üçgen kanatlarıyla kolay ayırt edilen siyaha yakın koyu, kül rengi, ötüşü ıslığa benzeyen avucum kadar bir kuş geldi kondu camın önüne.

Babam, “Yazık açtır bu kuş, ne bulsun da yesin bu karda kışta, getirin bir tas buğday...” dedi.

Annem bir tas aşurelik buğday getirdi. Babam pencereyi açtı. Pencerenin açılmasıyla birlikte yüzümüze ayaz bir sis vurdu, küçük kuş da ağaçtaki kumrular da telaşla havalandılar. Kar taneleri gibi evin çevresini dolandılar.

Babam kocaman tasın içindeki buğdayın yarısını pencerenin önüne, yarısını ağacın altına doğru serpeledi. “Kuşlar şimdi gizlenmiş bir yere bize bakıyorlardır, biz pencereyi kapatınca gelir yerler” dedi.

Kazım Karabekir’in kızı Timsal Hanım.


★★★

Tam pencereyi kapatacaktı ki, bir adam göründü. Adamın üstünde eski bir mavi gömlek vardı, pantolonunun belini iple sıkmıştı ve titreye titreye gidiyordu.

Babam seslendi.

“Sen bu karda kışta üşümüyor musun be adam?”

Adam, babamın sesini duyunca dönüp dikkatlice baktı, esmer kirli sakallı yüzü gülümsedi. Ön dişlerinden ikisi kırıktı.

Bir kuşun kanadını hızla kaldırması gibi elini başına götürüp bir asker selamı çaktı.

-Üşüyorum paşam, ama başka giyecek bir şeyim yok!

“Senin ismin ne?”

-Sadri

“Gel kapının önüne Sadri, bekle evladım, açacağım kapıyı...”

Babam pencereyi kapattı.

Anneme seslendi: “Getir Hanım bana ördüğün kazağı...”

Annem günlerdir uğraşıyordu o yün kazağı örmek için. Daha yeni bitirmişti. Boyunlu, iki kol omzundan başlayan başak motifleri aşağıya kadar devam eden çok güzel bir kazaktı. Kalın yünden örmüştü annem, yeşil bir yorgana benziyordu, insan o kazağı giyip karın üstüne yatsa üşümezdi!

Annem anlamıştı babamın o kazağı adama vereceğini.

“Bey, senin başka kazaklarından, kışlıklarından verelim, bunu üstüne bile giymedin, daha yeni bitirdim” dedi.

Babam, “Olmaz Hanım, biz bu vatanın kurtuluşunu onlarla sağladık. Eskiyi layık göremem. Bu yepyeni kazak yaraşır bu vatanı kurtaran insanlara” dedi ve kazağı annemin elinden aldı.  Cüzdanındaki paranın hepsini çıkardı ve avucunun içinde bir tomar halinde bükerek, kapıyı açtı.

Adam titrer bir halde kapının önünde duruyordu.

Kirpikleri bile karla örtülüydü.

Rüzgâr insanın yüzünü iğne iğne yakan ince karı üfürüyor, avluda gümüşümsü sisle kaplı bir kar öbeği oradan oraya savruluyordu. Çitlerin ardındaki ağaçları kaplayan kar örtüsü rüzgârda düşüp dağıldıkça güneş ışığından çeşit çeşit renkler yansıtıyordu.

Rüzgâr karı, açıkta öylece bekleyen adamın üstüne doğru savuruyordu. Kaşlarının, kirpiklerinin üstündeki, solgun yanaklarındaki kar taneleri eriyordu.

Gözlerini kısıp avucuyla yüzünü sildi, kendini toparladıktan sonra babama baktı. Gözleri heyecandan kopkoyu olmuştu.

Adam adeta esas duruşta heykel gibi bekliyordu.

“Gel be adam açıkta durma, şu sundurmanın altına gir” diye çıkıştı babam.

Tuttu kolundan sundurmanın altına doğru çekti. Kazağı adama giydirdi, avucundaki bir tomar parayı da “Seninle helalleşelim” diyerek adamın avucuna sıkıştırdı.

Kazağın içinde yeşillenmiş bir dal gibi gülümseyen, mutlu olan, sevinen adama gözleri buğulanarak baktı.

“Nasıl, şimdi üşüyor musun?” diye sordu.

-Paşam sizden Allah razı olsun, hem vatanı kurtardınız, hem Doğu’da yetim kalan binlerce çocuğu... Şimdi de beni kurtardınız. Üşümek ne demek paşam, yanı başımda soba yanıyormuş gibi ısıttı bu kazak beni. Hem kalbimi ısıttınız hem gövdemi!..

“Ne zaman üşürsen kapım açık gel yanıma” dedi babam.

Sonra baktı adama sanki çok uzaktan, cephelerden, savaş meydanlarından... “Sen beni nereden tanıyorsun” dedi.

-Erzurum’da sizin kolordunuzda bir neferdim paşam. Ne güzel savaştık, kovduk düşmanı vatanımızdan.

“Evet, Sadri, birlikte kurtardık vatanı. Şimdi de hep birlikte birbirimizi kurtaracağız. Haydi, şimdi git ihtiyaçlarını al. Ne zaman bir ihtiyacın oldu, gel bu kapı sana her zaman açıktır.”

Adam babamın elini öpmek istedi. Babam izin vermedi. Adam çok duygulanmıştı.

Gözleri yaşararak bir asker selamı çakıp, gitti.

★★★

Kapıyı kapatıp içeri girince beni ve ablalarım Emel ile Hayat’ı kuzineli sobanın başına oturtup anlatmaya başladı Paşa babam:

“Sadri’nin dediği Erzurum’da kış nasıl bir kıştır biliyor musunuz çocuklar. İnsan soluk alırken nefesi, bıyığı, sakalı, kirpiği donar.  İşte o kışta savaştık biz...”

 

Erzurum dağları da kar ile boran
Almış dört yanımı da dert ile verem
Sizde bulunmaz mı da bir kurşunkalem
Yazıp ahvalimi de dosta bildirem

Oy beni beni de belalı beni
Satarım bu canı da bırakmam seni
Çıkarım dağlara da dert yesin beni
Oy beni beni de belalı beni...”

★★★

Güzel, dertli bir türküdür Erzurum. Efkârlı, deli bir kışı vardır. Erzurum kar ile boran olur. Erzurum’da, bir kış günü, damdan dama atlamakta olan bir kedinin donduğu rivayet edilir. İnsanın eli ayağı tutmaz, donar kasılır, hasta etmez, ısınınca geçer,  ama doğru ısınmak lazım, hızlı ısınma elde ve ayaklarda garip bir uyuşukluk, tuhaf bir kaşıntı yapar.

Bir muallimin tayini Erzurum’a çıkar. Kış ortasıdır. Birkaç ay geçer üzerinden, Nisan ayı gelir. Bakar ki memleket hâlâ deli gibi soğuk, Erzurumlunun birine sorar:  ‘Kardeşim, bu memlekete bahar gelmez mi?” Erzurumlu cevap verir: ‘Valla yazı bilmiyorum ama önümüz gış hele bi ağustos soğuklarını atlatalım, Allah kerim!..’

★★★

“İşte biz bu Erzurum soğuğunda göz kapaklarımız buzlanmış halde, mavzer tuttuk, mermi sıktık savaştık, bu vatanı kurtardık. İşte o kazağı giydirdiğim Sadri de dondurucu soğukta savaşıp vatanı kurtaran kahramanlardan biriydi.”

Babam bunları anlatırken gözleri dolmuştu.

“Bir babamın doğduğu ata yurdu Karaman’daki kasabayı severim, bir de Erzurum’u, ama vatanımın her yanını canımdan çok severim...”

Buğulu göz pınarlarından iki damla yaş aşağı doğru süzüldü...”