15 Mayıs 1919.

Yunan ordusu İzmir’i işgal etti.

Rum papaz Hrisostomos hükümet konağının balkonundan fetih duası yaparken, en büyük bayrak, Amerikan bayrağıydı, Yunan bayrağından bile büyüktü.



Yunan işgal donanmasının en büyük iki gemisi, Kilkis ve Lemnos’tu.

Aslında...

Kilsis, USS Idaho’ydu.

Lemnos, USS Mississippi’ydi.

ABD tarafından Yunanistan’a hibe edilmiş, isimleri değiştirilmişti.



Amerikan donanmasına ait USS Arizona, USS Dyer, USS Gregory, USS Luce, USS Manley, işgal sırasında Yunan savaş gemileriyle birlikte İzmir Körfezi’ndeydi. İstihbarat gemisi USS Scorpion oradaydı.

USS Alden, USS Noma, USS Dupont, USS Whipple, USS Tattnall, USS Humphreys, USS Fox, USS Kane, USS Hatfield, USS Gilmer, USS Goff, USS Barry ve hatta amiral gemisi USS Sturvetant, işgal sırasında İstanbul Boğazı’ndaydı.

USS Sands, USS McFarland, USS Roper, Rum çetelerine destek için Karadeniz şehirlerimizi bombalıyordu.



İlkokuldan üniversiteye kadar eğitim hayatınızı şöyle bir hatırlayın lütfen, işgalde Amerikalılardan bahsedildiğini hiç duydunuz mu?

Duyamazsınız.

Çünkü sihirli bir el, bu bilgiyi öğrenmemizi engelliyor.



Amerikan basını işgali ayakta alkışlıyordu, The New York Times mesela, manşetinde adeta havayi fişekler patlatıyordu, “500 yıldan beri katliam ve yağmadan başka bir şey yapmayan Türklerin dünya tarihindeki sayfaları kapanmak üzere” diyordu!



Washington, sadece dışardan değil, içerden de çalışıyordu.

Halide Edip, Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebüzziya gibi gazeteciler tarafından Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurulmuştu.

ABD’nin memlekete el koymasını istiyorlardı.

En az 15 yıl boyunca milleti eğitip, korumasını istiyorlardı.



Bu mandacı arkadaşların “kurtarıcı” olarak gördüğü ABD başkanı Wilson, bağımsız Ermenistan’ın kurucu babası olarak tanınıyordu, Türkiye’nin doğusunun Ermenistan’a verilmesi gerektiğini savunuyordu, Atina Üniversitesi’nden hukuk doktorası vardı!



Washington “manda”yı şöyle tarif ediyordu... “Türkler ne kendilerini yönetebilir, ne başkalarını yönetebilir. Islah edilmelidirler. Ahlaki ve maddi yönden en uygun olanı, ABD mandasıdır. İyi sonuç almak için Kürdistan’a kadar bütün bölge gereklidir. Savaşa milyarlarca dolar harcamak yerine, mandaya milyonlar harcamak daha akıllıcadır!”



Amerikan senatosu’nun manda planına göre, Türkiye’ye beş yıl içinde 757 milyon dolar verilecek, 60 bin Amerikan askeri gelecek, ihtiyaca göre asker sayısı 200 bine çıkarılacaktı.



1920...

Annie Allen ve Florence Billings adında iki Amerikalı kadın, Ankara’ya geldiler, Taşhan’a yerleştiler, beş gün kaldılar.

Mustafa Kemal’le görüştüler.

Amerikan Yardım Kurulu üyesiydiler.



Güya insani görevle gelmişlerdi.

Elbette istihbaratçıydılar.

Amerika Birleşik Devletleri, Mustafa Kemal’in geleceğe dair planlarını, ne yapmak istediğini birinci ağızdan duymak istiyordu.

Çünkü... Amerikan misyoner okulları Anadolu’da, özellikle Karadeniz bölgesinde toprak satın almaya başlamıştı. İşgal koşullarını yayılma fırsatı olarak değerlendiriyorlardı. Yetimhane adı altında çiftlikler kuruyorlar, Ermeni ve Rum çocuklarını buralarda eğitiyorlardı. Sosyal kulüpler kuruyor, tüccarlar için çekim alanı oluyorlardı.

Kuvvacılar kazanırsa, bunların akıbeti ne olacaktı?

Amerikan tütün şirketleri sürgün edilecek miydi?

Kapitülasyon anlaşmaları ne olacaktı?

Amerikalı yardım kuruluşları kapatılacak mıydı?

Amerikan çıkarlarına yönelik tehdit olacak mıydı?

Bunları öğrenmek istiyorlardı.

Mustafa Kemal kimin kim olduğunu elbette gayet iyi biliyordu.

Taktik görüşmelerdi, diplomatik mesajlarını bu yolla veriyordu.



Annie Allen pürüzsüz Türkçe konuşuyordu.

Elazığ Harput doğumluydu.

Anne babası misyonerdi.

Üniversite eğitimi için ABD’ye gitmiş, Massachusetts’te filoloji okumuş, 35 yaşındayken Osmanlı topraklarına geri dönmüş, yıllarca Bursa’da Konya’da yaşamış, at sırtında Anadolu’yu dolaşmıştı.

52 yaşındaydı.

Amerikan istihbaratının 1920 yılında bile böylesine güce sahip olması, hem etkileyici, hem korkutucu, hem ilham vericiydi.



Annie Allen iki yıl sonra, 1922’de Sivas’ta tifüsten öldü.

Sivas’ta toprağa verildi.



Osmanlı topraklarında ilk Amerikan okulu 1831’de kurulmuştu.

1913’e geldiğimizde, Amerikan okullarının sayısı 426 olmuştu!

Bunların 35’i kolej, 27’si yatılıydı.

1913’te 26 bin öğrenci Amerikan okullarında eğitim alıyordu.

Osmanlı topraklarında Amerikalılar tarafından kurulmuş, Amerikalı doktorların faaliyet gösterdiği dokuz hastane, on dispanser vardı.

Yılda 40 bin hastaya bakıyorlardı.

Herhalde bizi çok seviyorlardı!

163 kiliseleri vardı.



Mary Louise Graffam.

İşgal sırasında Sivas Amerikan Kızlar Okulu’nun müdürüydü.

48 yaşındaydı.

Massachusetts’te din eğitimi almıştı.

18 yıldır Sivas’taydı.

Aynı zamanda matematik öğretmeniydi.

Türkçe, Ermenice ve Fransızca’yı akıcı konuşurdu.

Bağımsız Ermenistan’ın en ateşli savunucularından biriydi.

1915’te Ermeni tehciri sırasında sınırdışı edilmiş, sadece bir ay sonra Sivas’a geri dönmüştü.

Tehcir sırasında hastalıktan veya Kürt aşiretlerin saldırısı sonucu hayatını kaybeden Ermenilerin öykülerini kaleme aldı.

“Soykırım” iddiasına kaynak oluşturan mektuplar bıraktı.

1921’de kanserden öldü, Sivas’ta toprağa verildi.

Ermeni diasporası tarafından “soykırım kurbanı” ilan edildi.



Allen Dulles.

1921’de İstanbul’da Amerikan elçiliğinde görevliydi.

1953’te CIA başkanı oldu.



Betty Carp.

O da İstanbul’da Amerikan elçiliğinde görevliydi.

Allen Dulles’ın sevgilisiydi.

Daktilo memuresiydi.

Bütün resmi yazışmalar onun elinden geçiyordu.

Sovyet devrimi’nin hemen öncesinde Rusya’dan İstanbul’a kaçan, Macar kökenli Musevi bir ailenin kızıydı. İstanbul’da Amerikan elçiliğinde işe alınmış, Amerikan vatandaşı olmuştu. Rusça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca, Rumca ve Türkçe biliyordu.

1930’lu yıllarda ABD’ye götürüldü, istihbarat eğitimi aldı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar İstanbul’a döndü.

İstanbul’da Ankara’da geniş çevre yaptı, siyasiler ve bürokratlarla yakın arkadaşlıklar kurdu.

Yüzlerce vatan hainini devşirdi, muhbir haline getirdi. CIA’in Türkiye’yi ahtapot gibi sarıp sarmalamasında büyük emeği vardı.

Ataşe sıfatıyla Türkiye’de 50 yıl aralıksız faaliyet gösterdi.

1964’te emekli oldu, İstanbul’dan ayrılmadı.

84 yaşında ölene kadar İstanbul’da yaşadı.

Hiç evlenmedi, ikametgahı ömrü boyunca Beyoğlu’ydu.

Hiç ev satın almamıştı. Antika eşyaları, paha biçilmez halıları ve Hacer isimli yaşlı hizmetçisiyle birlikte kirada oturuyordu.



İngiliz istihbaratının İstanbul’da işbirlikçi Türkler ve yerli Rumlardan oluşturduğu casusluk ağı vardı.

Kodadı, Kara Jumbo’ydu.

Yüzbaşı John Bennett yönetiyordu.

Annesi Amerikalıydı.



1920.

Coca Cola krizi çıktı!

İzmir’de McAndrews & Forbes Company adında bir İngiliz şirketi vardı, meyan kökünde dünya tekeliydi.

Saray’dan imtiyaz koparmıştı, Ege bölgesinde meyan kökü topluyordu, Aydın, Nazilli ve Söke’deki fabrikalarında endüstriyel olarak işliyor, sonra da ABD’ye ihraç ediyordu.

Kilosunu 20 paraya alıyor, işliyor, 6 kuruşa satıyordu, kilo başına 12 kat kazanç sağlıyordu, yılda 50 bin ton ihraç ediyordu.

En büyük alıcısı Coca Cola’ydı.

Hammaddesiydi.

Ayrıca, sakız, şurup, bira yapımında kullanılıyordu.

Osmanlı’nın meyan kökünün değerinden filan haberi yoktu.

Ticari açıdan işe yaramayan bitkilerden zannediyordu!

Yunan işgali McAndrews & Forbes Company’nin faaliyetlerini durdurmamıştı, Ege bölgesinde kan gövdeyi götürürken ticarete şakır şakır devam ediyorlardı.

Şak...

Şirketin Aydın’daki fabrikasından yüklenen ve limana giden deve kervanları, İzmir’e girerken Kuvayı Milliye tarafından durduruldu.

Malın tamamına el konuldu.

Sonra bir daha.

Sonra bir daha.

Meyankökü trafiği durdurulmuştu.

İngiliz şirketi olmasına rağmen, en büyük alıcı ABD olduğu için, İngiliz elçisinden önce ABD’nin İstanbul’daki temsilcisi amiral Bristol devreye girdi, Vahdettin’in dışişleri bakanını çağırdı, “başıbozuk çetelerle temas kurun, meyankökü sorununu halledin” diye fırçaladı!

Amerikalıların bakışı buydu.

Hem bizim memleketimizi soyuyorlar, sömürüyorlar, hem de bize “başıbozuk çete” diyorlardı.

Bizim topraklarımızı kendilerine hak görüyorlardı.



Bugünlerde “kahraman” ilan edilen vatan haini Vahdettin... İşgal sırasında Amerikan uyruklulara “yargılama ayrıcalığı” getirdi.

Buna göre, Osmanlı topraklarında herhangi bir Amerikan vatandaşı hakkında dava açılması gerekirse, Amerikan konsolosluğuna haber vermeden yargılama başlamayacaktı. Açılmış dava varsa, derhal durdurulacak ve ertelenecekti.

Hukuki terimlerle süslenmiş, gayet açık bir karardı, Amerikalılar yargılanmayacaktı!



Vatan haini Vahdettin tarafından ilk petrol arama ruhsatı bir Amerikan şirketine verildi, Manisa’da kuyu açtılar.



Düyun-u Umumiye’nin yedi kişiden oluşan yönetim kurulu vardı, İngiliz, Alman, Fransız, Avusturyalı, İtalyan’dı. Ama... Toplantıları Beyoğlu’ndaki Amerikan Kulübü’nde yapılıyordu!



30 Ağustos 1922...

İzmir’deki ABD konsolosu George Horton’du.

Washington’a acil koduyla telgraf çekti.

“Yunan ordusu tükendi, benim kanaatim odur ki, İzmir kurtarılamaz, durum çok ciddidir, şehirdeki Rumlar panik halinde kaçmaya çalışıyorlar, işittiğime göre Yunan ordusu şehri yakacak, Yunan askerlerinin cephanelikleri havaya uçuracakları, şehri yağma edecekleri söyleniyor, konsolosluk mensuplarıyla Amerikan vatandaşlarının hayatlarını kurtarmak için, tahliye için acilen bir kruvazör gönderiniz” diyordu.



O kruvazör geldi.

Ama, şehirden götürdüğü sadece Amerikalılar değildi.

Manisa Salihli’deki Sardes antik kenti, Osmanlı’nın izniyle Amerikalı arkeologlar tarafından kazılıyordu.

Peyderpey çıkarılan buluntular, İzmir’e taşınıyor, bugünkü İzmir Atatürk Lisesi’nin depolarına yerleştiriliyordu.

Fırsat bu fırsat diye düşündüler, Sardes buluntularını 56 sandığa yükletip, kendilerini almaya gelen Amerikan gemisine yüklediler.

“Yunan ordusu şehri yakacak” diyen Amerikan konsolosu, kelimenin tam manasıyla, yangından mal kaçırdı!



(Amerikan konsolosunun kaçırdığı Sardes buluntuları New York’a gönderildi, Metropolitan Müzesi’ne teslim edildi.

Mustafa Kemal bunu asla unutmadı. Cumhuriyet ilan edilir edilmez son derece sert bir dille diplomasi başlattı.

53 sandık dolusu eser 1924 yılında geri alındı.

Üç sandık hakkında “biz de bulamıyoruz, kayıp” dediler.

Ama, hiç olmazsa gerisi kurtulmuştu.)



ABD konsolosu George Horton, Yunanistan hayranıydı.

Eşi Yunan’dı.

İzmir’e gelmeden önce Atina’da Selanik’te görev yapmıştı.

Yunanistan dışında kariyeri yoktu.

Biz Türkleri “şeytan” olarak görürdü, nefret ederdi.

İzmir’den ülkesine döndü, emekli oldu.

1926 yılında “The Blight of Asia-Asya’nın Belası” adıyla kitap yazdı.

İzmir’deyken “Yunan ordusu Uşak’ı Kütahya’yı Aydın’ı yaktı, İzmir’i de yakacak” diye resmi rapor yazdığı halde, Washington’a kendi elleriyle bu telgrafı çektiği halde, dört yıl sonra kaleme aldığı kitabında, hiç utanmadan “İzmir’i Türkler yaktı” dedi!

İzmir’e girdikten sonra “etnik temizlik yaptığımızı, soykırım yaptığımızı, 100 bin Rum’u öldürdüğümüzü, şehri yağmaladığımızı, boğazladığımızı, ateşe verdiğimizi” yazdı!

Böylesine ahlaksız bir diplomattı.



E şimdi...

100 yıl sonra bakıyoruz.



Bizim F35’leri vermiyorlar, bizim F35’leri Yunanistan’a veriyorlar.

Burnumuzun dibine üs kuruyorlar, Dedeağaç’a tank/helikopter yığıyorlar.

Bir milyar dolar değerinde 1.200 adet zırhlı aracı Yunan ordusunun renklerine boyayıp, hibe ettiler.

Yunanistan’a hibe ettikleri zırhlı araçlar, çıkarma gemileriyle Midilli’ye Sisam’a taşınıyor.

Kıbrıs’ta bize ambargo uyguluyorlar, Rum Kesimi’ne silah ambargosunu kaldırdılar.

Rum Kesimi’nde Yunan ve Rum ordusuyla “ortak” tatbikat yapıyorlar.

Amerikan savaş gemisinin güvertesinde Amerikan bayrağı, Yunan bayrağı ve Rum bayrağıyla poz veriyorlar.



1919’da İzmir’deki Amerikan bayrağı ne anlama geliyorsa... 2022’de Kıbrıs’taki Amerikan bayrağı odur.



Konjonktürel olarak bazen yanımızda görünseler bile, Washington’ın 100 yıldır Türkiye’ye bakışı hep budur.



Sayın medyamızın hamaset dolu goygoycu manşetleri yüzünden, ABD’ye kızıyoruz, Yunanistan’a kızıyoruz, ama... 1950’den beri Beyaz Saray’dan icazet almaya çalışan çapsız politikacı zihniyetini değiştirmeden, kurucu ayarlara dönmeden, bu tabloyu değiştirebilmek mümkün değildir.