1913 yılıydı.

Mustafa Kemal, askeri ataşe olarak Sofya’ya gönderildi.

Kendisine ev kiralayana kadar, Çar Sarayı’nın karşısındaki Bulgaria Oteli’ne yerleşti, oradan Splendid Palas’a taşındı, neticede Ferdinand Bulvarı’nda iki katlı bir pansiyonun, tek pencereli odasını tuttu.

Sofya’da en yakın arkadaşı Şakir Zümre’ydi.

Bulgar parlamentosunda yeralan 17 Türk milletvekilinden biriydi, Varna milletvekiliydi.

Şakir sayesinde Bulgar milletvekilleri, Bulgar generalleri ve Bulgar sosyetesiyle tanışıyordu; Sofya’nın yanısıra Belgrad, Bükreş ve Çetine’den de sorumluydu, istihbarat topluyor, askeri/politik rapor haline getiriyor, İstanbul’a iletiyordu.

Mesaisi dışındaki tüm vaktini “evlad-ı fatihan”la, Bulgaristan Türkleri’yle geçiriyordu.

Karamsarlığa düşen Türk gençleriyle sohbet ederken, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı “rol model” olarak öneriyordu, “Gazi Osman Paşa’yı kendime rehber olarak seçtim, Türk ruhu oradaki milli ruhtur, felaket günlerinde Plevne’yi ve Gazi Osman Paşa’yı düşüneceğiz, sizin de sembolünüz Osman Paşa olsun” diyordu.

Kurtuluş Savaşı başlayınca Sofya günlerinin meyvelerini toplayacaktı, Bulgaristan Türkleriyle kurduğu yakın arkadaşlık ilişkilerini kullanarak, Karadeniz yoluyla Anadolu’ya silah/cephane gönderilmesini sağlayacaktı.



1914 yılıydı.

Sofya Orduevi’nde Kültür Bayramı vesilesiyle kıyafet balosu düzenlendi.

Şehirdeki diplomatlar üzerinde psikolojik etki yaratmak istiyordu, düşündü taşındı, İstanbul’dan Askeri Müze’den “uçbeyi” kıyafeti getirtti.

(Bugün bile hâlâ kabaca “yeniçeri kıyafeti” denir ama, aslında o kıyafet “serhat beyi, uçbeyi kıyafeti”ydi.)

Salona girdiğinde alkış tufanı koptu.

Balonun tartışmasız gözdesi olmuştu.

Gecenin sembolik jürisi en beğenilen kıyafet ödülünü Mustafa Kemal’e verdi.

Çar ve Çariçe bizzat elini sıkarak kutladı.



Sofya’daki İspanya maslahatgüzarı şark kültürünün hayranıydı, İspanya sefaret binasında Türk halılarıyla süslediği özel odası vardı.

Balonun çıkışında Mustafa Kemal’i davet etti.

Hafızamıza kazınan o efsane fotoğraf, işte o gece İspanya Elçiliği’nde çekildi.



Tarihimizin en önemli karelerinden biri olan bu muhteşem fotoğraf, 1921 yılına kadar kimse tarafından bilinmiyordu.

20 Aralık 1921’de İstanbul’da, Tevhid-i Efkar gazetesinin birinci sayfasında yayınlandı.

Herkes o gün öğrendi.

Çünkü... Kurtuluş Savaşı sadece Anadolu’nun değil, Bulgaristan’daki Türklerin de milli mücadelesiydi.

Soydaşlarımız, Mustafa Kemal’in bu efsane fotoğrafını çoğaltmış, evlerine, dükkanlarına asmışlardı.

Yüreklere kazınan Mustafa Kemal’in, duvarlara yapıştırılan ilk posteriydi.

Sofya’da tüccarlık yapan Yasin bey isimli bir soydaşımız, bu fotoğrafın kopyasını Tevhid-i Efkar gazetesinin sahibi ve başyazarı Velid Ebuzziya’ya göndermiş, böylece İstanbul’da yayınlanmasını sağlamıştı.



Mustafa Kemal’in tarihteki ilk biyografisi de, yine Kurtuluş Savaşı sırasında, yine Bulgaristan Türkleri tarafından yayınlandı.

Mustafa Kemal’e matematik öğretmeni Üsküplü yüzbaşı Mustafa efendi tarafından verilen Kemal adı, Namık Kemal’in Kemal’iydi.

Namık Kemal hayranı olan matematik öğretmeni, adaşı olan bu en sevdiği öğrencisine, Namık Kemal’e izafeten Kemal adını vermişti.

İstanbul gazeteleri, bu detayı, Bulgaristan Türkleri’nin yayınladığı biyografiden alıntı yapmıştı.



Karadeniz üzerinden Anadolu’ya gönderdiği silah ve cephaneyle Kurtuluş Savaşı’na olağanüstü katkıları bulunan soydaşımız Şakir Zümre’ye, TBMM tarafından İstiklal Madalyası verildi.

Cumhuriyet ilan edilince, anavatana, Türkiye’ye göçetti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk savunma sanayi fabrikasını kurdu.

İki bin kişinin çalıştığı İstanbul’daki fabrikasında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yerli ve milli uçak bombaları, cephane üretti.

İthalata son verdi.

Hatta, Türkiye Cumhuriyeti’nin cephane ihraç etmesini sağladı.



Yıllaaaaar akıp geçti.



80’lerin başında Bulgaristan Türklerine yönelik zulüm başladı.

Bulgar devleti Türk kökenlerini yoketmeye çalışıyordu.

“Siz Türk değilsiniz” diyorlardı.

“Müslümanlığa geçmiş Bulgarsınız” diyorlardı.

Türk okullarını kapattılar, Türkçe gazetelerin kapısına kilit vurdular.

Türk motifli kıyafet giymek bile suç sayılıyordu.

Sünnet yasaklandı, sünnet edilen çocukların anneleri beş yıl hapis cezasına çarptırılıyordu.

Camiler kapatıldı.

Cenaze yıkamak yasaklandı, İslami usüllerle defin işlemine izin verilmiyordu, Türkçe mezar taşları tahrip ediliyordu.

Türkçe konuşanlara para cezası kesiliyordu.

Türk isimleri Bulgarlaştırıldı.

Bu insanlık dışı dayatmaya “soya dönüş süreci” diyorlardı.

Kalaşnikoflu askerler Türklerin kapısına dayanıyor, zorla muhtarlığa götürüyor, Yordan, Mihail, Stanka, Emilya, Natalia filan, Bulgar isimleriyle dolu listeler gösteriliyor, birini seç deniyordu.

Nüfus kağıtlarını iptal ettiler, Bulgar isimleriyle yeni nüfus kağıtları verdiler, Türkçe isimlerin yazılı olduğu eski nüfus kağıtlarıyla bankadan para çekilemiyordu, çocuklar okula yazdırılamıyordu, devlet dairesinde iş yaptırılamıyordu, Bulgar ismini kullanmaya mecburdun, öğretmenler sınıfta yoklama yapıyor, Türk çocuklarının ismini Bulgarca okuyorlardı.

“Türk kahvesi” bile diyemiyordun, değiştirilmişti, “oryantal kahve” demek zorundaydın.

Asimilasyon yavaş yavaş soykırıma dönüşüyordu.

1980-85 arasında binden fazla Türk öldürüldü.

Belene işkencesi başladı.





Belene kampı, Tuna Nehri’nin iki kolunun arasında kalan Belene Adası’ndaydı, köprülerle geçilebiliyordu.

Türk halkının direnişini örgütleyen ileri gelenlerini buraya tıktılar.

Isıtma sistemi yoktu, karda kışta donuyorlardı.

Hava karardıktan sonra tuvalete gitmeye izin vermiyorlardı, koğuşlardaki kovalar kullanılıyordu.

Apandisiti patlayana bile “Bulgar olmayı kabul ediyor musun?” diye soruyorlar, “hayır” diyeni öylece ölüme bırakıyorlardı.

Yemek olarak sık sık domuz çorbası veriyorlardı.

İstersen yeme, domuz çıktığında ekmek bile vermiyorlardı.

Türkler ölümüne açlık grevi yapıyordu.



Ve, tüm dünyada müthiş ses getiren o mucizevi olay gerçekleşti.

Türk milletinin herkülü, evlad-ı fatihan Naim Süleymanoğlu, dünya halter şampiyonası için gittiği Avustralya Melbourne’de Türkiye büyükelçiliğine sığındı, Türkiye’ye iltica etti.

19 yaşındaydı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk diplomasisinin, Türk istihbaratının olağanüstü başarısıydı.

ABD vatandaşı olması için Amerikalıların kendisine çantayla getirdiği nakit 10 milyon doları, 100 milyon dolarlık reklam anlaşmalarını elinin tersiyle itmişti Naim... Anavatanını tercih etmişti.



O tarihte Sovyetlerin yıkılması an meselesiydi.

Gorbaçov, çöküşü engellemek için reform ve şeffaflık açılımı yaptı.

Todor Jivkov rejiminin sonu gelmişti.

Son bir kötülükle “zorunlu göç” icat etti.

Aklınca, Türkiye kapıları açmayacak, Todor Jivkov da dünyaya dönüp “görüyorsunuz işte, bunlar Türk değil, bunlar müslüman Bulgar, eğer Türk olsalardı Türkiye bunları kabul ederdi” diyecekti.

Diktatörün bu hesabı tutmadı...

Türkiye sınırı açtı.



Naim Süleymanoğlu, Todor Jivkov rejimi altında inim inim inleyen soydaşlarımızın ilham kaynağı, pusulası olmuştu, duvarların kapıların yıkılmasını sağlamış, özgürlük umudu olmuştu.



350 bin soydaşımız çoluk çocuk yollara döküldü.

Doğdukları toprakları, evlerini köylerini bırakıp, trenlerle otomobillerle, çoğunluğu yürüyerek, Kapıkule’den Dereköy’den anavatana girdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yaşadığı en büyük göçtü.



Asrın liderimiz, o sırada Refah Partisi’nin İstanbul il başkanıydı.

Soykırımdan kaçan özbeöz soydaşlarımızın Türkiye’ye gelmesine kesinlikle karşıydı, Türkiye’nin sınır kapılarını açmasına kesinlikle karşıydı, devletin büyük hata yaptığını söylüyordu.

Kürsüyü yumruklaya yumruklaya bağırıyordu.

“Ne dediler Bulgaristan’a, gelin dediler, ne kadar varsa gelin dediler, isterse Todor Jivkov da gelsin, e tamam gelin diyorsun ama, bak Ahmet Mehmet burada asgari ücrete talim ediyor, ülkenin insanı aç, kadınını satıyor, kızını satıyor, çalıştırıyor, sen buna çözüm bulamamışken gelin diyorsun, nereye yerleştireceksin, Kapıkule’de anons yapıyorlar, muamelesi biten soydaşlarımız istediği yere gidebilir, 780 bin kilometrekare emrinize amadedir, e bunlar geldi, kim geldi, casus mudur değil midir, bir de bakıyorsun, gelenlerin arasında beş bin casus var diyorlar, Allahım ya Rabbim, biz bunlara nereyi veriyoruz, okul yurtlarını veriyoruz, e bakıyorsun, Bursa’nın parklarında ahlaksızlığa başlıyorlar, bu nasıl devlet anlayışıdır, adam sana vize üstüne vize uyguluyor, biz ne yapıyoruz, isteyen istediği yere gider diyoruz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyordu.

“Casus mudur” diyordu.

“Parklarda ahlaksızlığa başlıyorlar” diyordu.

“Adam sana vize uyguluyor, sen isteyen gelsin diyorsun” diyordu.

“Todor Jivkov da gelsin” diyerek, alay ediyordu.

Dinleyenler kahkaha atıyordu.



Halbuki...



Soydaşlarımız geleli 33 yıl oldu.

Meslek hayatım boyunca milyonlarca haber elimden geçti.

Meslek hayatım boyunca, bir tek soydaşımızın bile suça bulaştığını, bir tek soydaşımızın bile Türkiye’yi suistimal ettiğini, bir tek soydaşımızın bile tarikat/cemaat işleriyle Türkiye’yi sırtından hançerlediğini, bir tek soydaşımızın bile terör örgütlerine falan karışıp vatana ihanet ettiğini görmedim.

Gören var mı?



Namuslarıyla, onurlarıyla çalıştılar.

Zormuş, parası azmış filan demediler, iş seçmediler.

Ne iş olursa olsun gayretle çalıştılar.

O dönemleri bugün gibi hatırlıyorum...

Soydaşlarımızın özellikle kadınları tüm Türkiye’ye rol model olmuşlardı, otobüs şoförlüğü yapan kadını, kasaplık yapan kadını, tesisatçı dükkanı açan kadını, ilk defa soydaşlarımızda görmüştük.

Soydaş kadınları “erkek işi” olarak bilinen işleri omuzluyorlardı.

Kirasını ödemeyeni, borcunun üstüne yatanı, dolandırıcılık yapanı, memleketi soyanı, komşusunu rahatsız edeni, görmedim kardeşim, duymadım.

Duyan var mı?



Fabrikalarda örnek gösterilen işçi oldular.

Sözü senet kabul edilen esnaf oldular.

Tezgahtar olarak başlayıp, işveren oldular.

Kendileri gibi namuslu, yurtsever, çağdaş evlatlar yetiştirdiler.

Hekim oldular, avukat oldular, mühendis oldular, akademisyen oldular, devletten asla karşılıksız yardım kabul etmediler, asla avantacı olmadılar, Türkiye’ye tek kuruş yük olmadılar.

Aksini iddia edebilecek bir kişi var mı?



Gel gör ki...



Özbeöz soydaşlarımızın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkan, sınır kapılarımızın soydaşlarımıza açılmasına karşı çıkan, “casus mudur nedir” diyen, “Bulgaristan sana vize uyguluyor, sen isteyen gelsin diyorsun” diyen, “sınır kapısında anons yapıyorlar, muamelesi bitenler istediği yere gidebilir, 780 bin kilometrekare emrinize amade, bu nasıl bir devlet anlayışıdır” diyen, “bari Todor Jivkov da gelsin” diyerek alay eden asrın liderimiz... En ufak akrabalık ilişkimiz olmayan, en ufak tarih ve şuur birlikteliğimiz olmayan, cahil cühela, işsiz güçsüz, mesleksiz, kimliksiz milyonlarca Suriyeli’yi Türkiye’ye soktu, maaşa bağladı, milletimizin boğazından kesip bunlara 60 milyar dolar harcadı, sınırlarımızı kevgire çevirdi, milli güvenliği arapsaçına çevirdi... Yetmedi, en ufak akrabalık ilişkimiz olmayan, en ufak tarih ve şuur birlikteliğimiz olmayan, kimlikleri bile olmayan Afgan taburları, sınırımızdan yürüye yürüye giriyor, kamyon kasalarına yükleniyor, şehir merkezlerimize boşaltılıyor.



Ve, en son...



Özbeöz soydaşlarımızın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkan, sınır kapılarımızın soydaşlarımıza açılmasına karşı çıkan, “Bulgaristan sana vize uyguluyor, sen isteyen gelsin diyorsun” diye bağıran asrın liderimiz... Vizeyi mizeyi boşver, Bulgaristan’a pasaportu bile kaldırdı.

Türk vatandaşları Bulgaristan’a gitmek isterse, vize almak zorunda, Bulgaristan vatandaşları Türkiye’ye gelmek isterse, vize yok, pasaport bile sormayacağız.

784 bin kilometrekare emirlerine amade yani.



E, merak ediyor tabii insan...

Todov Jivkov da gelecek mi?