“O kız çok akıllı oğlum, bir daha dene şansını” diyor yanındaki oğlana arkadaşı. Diğeri bir şey demiyor, başları öne eğik ikisinin de, geçip gidiyorlar yanımdan.

Marketten deterjan almış sanırım bir kadın maskesi yüzünden nefes nefese kalmış, yürürken yanındaki adama, “10 liraydı, şaşırdım fiyatı duyunca” diyor. Aldığı şeyin fiyatının aşırı arttığını anlıyorum, daha doğrusu ben bu kadarını duyabiliyorum onlar yanımdan geçerken.

Kestaneci amca köşede, mangalın üzerindeki kestaneler mis gibi kokuyor. Önünde bir kız var. Yavaşlıyorum duymak için konuşmalarını. Konuşmuyorlar! Amca kıza, “Zaten satış yok, almayacaksan bir zahmet tezgahın önünü kapatma kızım” diyor.

Ara sokaklardan birine dalıyorum. Küçük bir kitapçıya ilişiyor gözüm, giriyorum. Raflardaki kitaplara bakıyorum bir süre, birini alıyorum. Kasaya gidiyorum. Cebimden 50 lira çıkarıp uzatıyorum, “Bir dakika lütfen, bozdurup geleyim siftah yapmadık daha da” diyor adam. Saatime bakıyorum, saat öğleden sonra 3’ü geçiyor!

Buralarda peynirciler çok. Önlerinden ağır ağır yürüyorum. Bir kadın dükkanın girişinde durmuş bir şeyler söylüyor. Sokağa taşan tezgahtaki peynirlere bakarmış gibi yapıyorum, kulak misafiri oluyorum, “45 lira verdim” diyor. Kiminle konuştuğunu göremiyorum ama o devam ediyor, “Cebimde 45 lira vardı hepsini verdim. Ama yine yetmedi” diyor! Mevzuyu anlayamıyorum ama bir şeye para yetmemiş, belli...

Ara sokaktan çıkıyorum, yeniden ana yoldayım. Görünürde cıvıl cıvıl cadde. İrili ufaklı bir sürü dükkan. Her yerde insanlar. Beş altı kişilik bir grup aralarında konuşarak yanımdan geçiyor. Yakalayabildiğim tek anlaşılır diyalog, “Karnım çok acıktı” ve ona verilen “Cepte kuruş yok, eve sakla” yanıtı oluyor. Arkalarından bakıyorum, hepsi de iri yarı lise öğrencileri!

Bir temizlik görevlisi var. Elinde faraşı, süpürgesi bir mağazanın önünde kenarda durmuş telefonuyla ilgileniyor. Vitrine bakar gibi yapıyorum, hiç yapmam ama göz ucu ile telefonuna bakıyorum. Telefonun ekranında bir bankanın ihtiyaç kredisi sayfası...

‘Gavur’ denilen şehrimdeyim, İzmir’deyim, ‘emekli cenneti’ diye bilinen Karşıyaka’da, Karşıyaka Çarşısı’nda...

Ağır ağır yürüyenler, başı önde tek başına hızlı hızlı gidenler, iki kişi, üç kişi yan yana yürüyenler, bağıra bağıra konuşanlar, sessizce anlatanlar, devriye gezen genç polisler, 1938’den beri orada Küçük Avcı kahvecisinden kahve kokuları, peynirciler, Arabacılar Sokağı, kokoreççiler, Tiyatro Sokağı, kitapçılar, yüncü, tuhafiyeci, yufkacılar...

Kendine özgü mağazaları, kendine özgü pastaneleri tadına doyum olmazdı eskiden. Çoğu artık yok... Şimdi yine kalabalık ama içi kurutulmuş bir kalabalık var Çarşı’da!

Kulak misafiri oldum sağımdan solumdan geçenlere. Gencine, yaşlısına... Belki bir saat öylece neresi kalabalık oraya doğru akıntıya bıraktım kendimi. O geçip gitmelerin üç beş saniye sürdüğü anlarda duyabildiklerim arasında ‘yaşayan, ümit veren’ tek şey iki delikanlının konuşması, birinin arkadaşına dediği, “O kız çok akıllı oğlum, bir daha dene şansını” lafı oldu!

Türkiye’nin en canlı caddelerinden biri, Kemalpaşa Caddesi yani Karşıyaka Çarşısı’nda geçen o bir saat korkutucu geldi sonra...

Mesela bir amca bana doğru geliyordu caddenin tam ortasından. Üstünde siyah bir palto 10 metre ileriden duyuyorum dediklerini. Bazen, kulaklık takıp telefonla konuşuyorlar. Öyle sandım. Telefonla değil kendi kendine konuşuyor, daha doğrusu tekrarlıyor: Nasıl olur... Nasıl olur... Nasıl olur!

Durdurup, “Bir sorun mu var, yapabileceğim bir şey varsa” demeyi içimden geçiriyorum. İçimden söylediğim için o duymuyor, geçip gidiyor yanımdan.

Başka bir ara sokağa giriyorum. Orada elektrik şirketinin ödeme merkezi var. Önünde kalabalık. İyi bari, hastalık var içeriye herkesi almıyorlar diyorum ki, öyle değil...

Dışarıda bekleyenlere yaklaşıyorum. Herkesin elinde telefon, birileriyle konuşuyorlar. Biri telefonun ucundakine şöyle diyor: “Evet baba kesik evde elektrik. Annem para verdi geldim açtırmak için. Fakat geçen ay da ödenmemiş, ödemedin mi sen?” diyor!

Utanıyorum... Başım öne eğilirken yan taraftan şu cümleyi duyuyorum: “Sen bir de şubat ayında gelecek faturaları gör!”

Uzaklaşırken anlıyorum ki dışarıdaki bu kalabalık faturalarını ödeyemeyip, elektrikleri kesik olanlar!

Karşıyaka İstasyonu’na gelmişim, haberim yok... Araç trafiği başlıyor. Meydan gibi bir yerde durup izliyorum insanları, eskiden şurada ne vardı falan diye geçiriyorum aklımdan. Arkamda çiçekçi varmış. Tezgahta iki üç demet karanfil, az sayıda küçük demet yapılmış nergis! Nergis sadece İzmir’de olurdu eskiden. Mordoğan, Karaburun’dan gelirdi. Kaça diyorum nergis. Tezgahtaki genç, “10 lira” diyor. 5 adet nergis ve üç dört dal yeşillik var. Eskiden, mevsiminde 25’lik, 50’lik demetleri olurdu hem ucuz hem de taze... “Çok satılıyor mu” diyorum, bana bakmadan “Sabahtan beri bir demet” diyor.

***

Çarşıdaki, çarşılardaki hali, kuruyup kalan kalabalıkların halini başkaları da gelip görmeli diyorum.

Mesela, asli görevleri ‘İzmir’deki durumun fotoğrafını çekmek olan’ AKP’nin İzmir milletvekilleri!

Onlara önerim... Çıksınlar Kemeraltı Çarşısı’na dolaşsınlar insanlar arasında. Sonra vapura binsinler, bir bardak çay eşliğinde vapurdakileri incelesinler, Karşıyaka Çarşısı’na dalıp dolaşsınlar. Konuşmasınlar, benim gibi kulak misafiri olsunlar.

Duyduklarını akıllarında tutup, dünya liderlerine anlatsınlar... Bilinmez, belki onlara da denk gelir kendi kendine konuşup “Nasıl olur, nasıl olur, nasıl olur” diyen siyah paltolu amca!