Diyanet’te görev yaptığım yıllarda ve sonrasında pek çok ülke gezdim. İlk yurt dışına çıkışım seksenlerin sonlarındaki Almanya seyahatimdi. Konferans için şehirler arası yola çıktık. Araba arızalandı. Bir tamirhaneye girildi, yaptırıldı ve yola devam ettik. Farklı yerlere girmediniz, sorup-soruşturmadınız, pazarlık yapmadınız, dedim. Gerek görmeyiz; çünkü güveniriz, onların tabiriyle yazayım “kazık atmazlar” dediler. Süregelen otuz yılda dört kıtada onlarca şehirde tanıştığım insanlara hep bu soruyu sordum. Şehirler arası yolculuk esnasında, arabanız bozulursa hiç tanımadığınız tamirhaneye girip gönül rahatlığıyla arabanızı emanet eder misiniz? Bu sorunun cevabının ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle doğrudan ilişkili olduğunu gördüm. Ticarette güven ve dürüstlük gelişmişliğin hem sebebi hem sonucu. El-emin olunması gereken Müslüman topraklarda ise durum Akif’in dediği gibi: “Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir/ Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir!”

KAÇIMIZ KAÇIMIZA GÜVENİYOR?

Bizim topraklarda hadisatın nasıl işlediğini hepimiz biliyoruz. Hangi konuyu ele alırsak alalım, değişmiyor. Karar verme sürecinde Müslümanların kaçta kaçı birbirine güveniyor? Kaç kişi herhangi bir aleti, ilk gittiği yerden satın alabiliyor? Kaç kişi ilk gördüğü tamirciye tamir yaptırabiliyor? Kaç kişi evine getirdiği bir ustadan memnuniyetle ayrılabiliyor? “Pazarlık sünnettir” diye bir sünnet uydurmuşuz. Allah aşkına düşünelim; bir malın ederi neyse, etiketi de o olması gerekmez mi? Neden malın fiyatı alıcının pazarlık kabiliyetine göre belirlensin? Belki çekingen bir insan, belki pazarlık yapmak ona hoş gelmiyor. Hele ki bugünkü gibi enflasyonist ortamlarda alıcının da algısı kırıldığı için hangi malın fiyatı ne kadar, daha da belirsiz hale geliyor.

Hicap duyarak söylüyorum, bugün Türkiye’ye gelen yabancı turistlere mihmandarlar alışveriş yaparken dikkat edin “Kazıklanmayın” diye uyarıda bulunuyor. Avrupa’ya nizam ve ahlak öğreten bir milletin efradı nasıl bu hale geldi? Uzatmayalım, tüm bu sebeplerden kurumsal-uluslararası markalara yönelmek zorunda kalıyor halkımız, lakin bunların da pek çoğu yine Avrupa menşeili. İstisnalar yok değil elbette ama vaziyet bu.

Yediğimiz içtiğimiz gıdalara gelelim; kaçımız aldığımız maldan (organik mi, içinde zararlı madde var mı, hangi katkı maddeleri kullanılmış) emin? Sahte yağ mı ararsınız, etinden peynirine ne olduğu bilinmeyen ürünler mi? Sahte içkilerdeki dolandırıcılığın hangi tehlikeli boyutlara ulaştığı ortada. Tıp doktorları paketli gıdalardan uzak durun diye bağırıyor; çocuklarımızın yediği içtiği zehir diyen profesörler var. Peki, neden firmalar, söylenenleri dikkate alıp sağlıklı gıdalar üretmiyor? Kanser gibi tedavisi zor bazen mümkün olmayan hastalıklara yol açıyorsa, bu gıdaların üretimine neden izin veriliyor? Domuz etinden daha tehlikeli görünen ve insan sağlığını doğrudan tehdit eden bu ürünlere karşı, Diyanet’in bugüne kadar ciddi bir mücadelesine neden tanık olamıyoruz? İş bunlarla da bitmiyor. İkili ilişkilere bakalım; evliliklere, arkadaşlıklara, akrabalılara, dostluklara... Güven duygusu yerlerde. “Biz şöyle milletiz” cümleleriyle başlayan nutuklar “gerçekçi” olmadığı sürece retorikten ibarettir.

ESASLARA İLAVETEN

Bu köşede yazdığım “21.asırda Türk milliyetçiliğinin esasları” başlıklı makalemde, bir fikir hareketi olan milliyetçiliğin ana hedefinin milletin çıkarlarını gözetmek olması gerektiğine dikkat çektim. Milliyetçiliği hamaset üzerinden yapanların, yukarıda ifade ettiğim devasa sorunları görmezden gelmesi, milliyetçilik hareketinin önündeki en büyük engeldir. Milliyetçiliğin esaslarından biri olması gereken “gerçekçilik” ilkesi, bile bile retoriğe kurban edildi. Oysa “gerçekçilik” olmazsa olmazımızdı. “Gerçekçilik” yitirilince, “ilericilik” ve “bilimcilik” adına hiçbir şey ortaya konulamadı. Nitekim bahsettiğim yazımda olması gereken dördüncü ilke olarak “liyakatçılık”ı  dikkatlere sunmuş ve yazımı şöyle bitirmiştim: “Türk milletinin, itaat etmesi gereken tek (beşerî) kudret bilgidir. Liyakat, sadakati de içeren bir kavramdır, şöyle ki liyakat sahibi olabilmek için görevli olduğu hususta, tüm bilgi ve yetenekleri haiz olmak gerektiği kadar görevine ve emanetine sadık olmak elzemdir.”

KİNDAR DEĞİL GÜVENİLİR NESİL

21. asırda Türk milliyetçiliğinin esasları” yazıma, “teknoloji takipçiliği”, “üreticilik”, “sağlıklı ziraat” ve “tedavide öncülük” esaslarını ilave etmek isterim. Türk milleti, ilerlemeyi ve yol açmayı şiar edinecekse, 21.yy’ın ruhuyla düşünmeyi öğrenmelidir. Hayatımızı kökten değiştirecek gelişmeler hızla ilerlerken (teknolojik ve sağlıklı tarım, elektrikli araba, kanser tedavisi, sınırsız enerji, evrende yaşanılacak dünya dışı yerler vb.) olup biteni anlamakta bile zorlanan toplum kendini var kılamaz.

Günümüzün cihadı güven duygusudur. Piyasanla, malınla, sanayinle ve ürettiğin mal ve hizmeti takibinle çığır açmak zorundasın. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken, Atatürk’ün “Türk öğün, çalış, güven” sözüyle hareket edilmelidir. “Öğün” kavramı kendini eğitmek, öğrenmek demektir, övünmek değil.  Gösteriş, israf hiç değil. Dünya insanlığı “Türk malı alın, Türklere yaptırın, Türklerle yarışın” demeye başlarsa, işte o zaman sen cihadını, tebliğini yapmışsın demektir. Türkiye dindar nesil, kindar nesil, alfa kuşağı gibi kavramlarla bir yere varamaz. Türkiye’ye yarayacak tek nesil vardır: Güvenilir nesil. Toplumun el ele vererek oluşturacağı nesil “güvenilir nesil” olmalıdır. Bekâ da buradadır huzur da. Kimse korkmasın; terör, yorar, oyalar fakat Türkiye’yi göçertemez. Ancak güvensizlik, kişisel menfaatlerin her şeyin üzerinde tutulması insanı da toplumu da yer, bitirir, göçertir.