Ben sosyal medyada Geveze’den (Jozi Zalma) dinledim.

Tıp fakültesini yeni bitirmiş bir doktor, pratisyen hekim olarak ilk görev yerine, Akyaka sağlık ocağına atanır. Orada yaşadığı ilk geceyi şöyle anlatır:

“Gençtim, bekârdım. Küçük bir ilçeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak:
– ‘Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor’ dedim.
Hacı anne:
– ‘Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz’ dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
– ‘Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?’
Hacı anne:
– ‘Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.’


★★★

Bu hikâyeyi duyunca Şamama Nenemi düşündüm.

O da köye gelen yabancıları misafir etmeyi çok severmiş.

Radikal gazetesinde çalışırken hakkımda açılmış bir davanın duruşmasına gitmiştim. Hâkim kimlik bilgilerimi alıyordu. Doğum yerimi sorunca “Susuz” dedim. Baba adımı da söyleyince “Ali Rıza Dayı’nın torunu musun?” diye sordu.

“Evet” karşılığını verince de “Şamama nene” yaşıyor mu diye sordu.

“Maalesef kaybettik” dedim.

Hâkim, duruşma sonrasında kalmamı istedi ve kalemde uzun uzun sohbet ettik. Dedem muhtar olduğu için kalacak yer ayarlanana kadar bizim evde kalmış.

“Çok ekmeklerini, tavuklarını yedim” sözleri de bana Şamama nenemle ölmeden hemen önce Gazi Üniversitesi hastanesinde geçirdiğimiz günleri anımsattı.

Şamama nenem artık Ankara’da yaşıyordu.

O yüksek rakımlı dağlara, tipiye borana meydan okuyan akciğerleri, büyük kentin kirli havasına, keşmekeşine yenilmiş, iflas etmişti. Kanındaki oksijen 60’ın altına düşüyordu. Evde oksijen verme şansımız da yoktu.

Büyük uğraşlar sonunda Gazi Üniversitesi Hastanesi’ne yatırdım.

Odada yanında kalmaya başladım. Bir ara bilincini kaybetti ve halüsinasyon görmeye başladı.

“Kalk kız oradan doktor bey otursun” dedi.

Annemin adını da söyledi ve o “Gara tavuğu kes getir” diye seslendi.

O an nenemin yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle ağlasam mı söyledikleri nedeniyle gülsem mi bilemedim.

Bir süre sonra oksijen seviyesi yükselmeye, kendine gelmeye başlamıştı. Elimi sımsıkı tuttu.

“Bir şey ister misin nene” dedim.

Bana bakıp “Cannn” dedi.

Kulaklarının iyi duymadığını anımsayınca biraz daha sesli sordum.

“Tavuk şiş çekti canım” dedi.

O cümleyi duyduktan sonra nasıl koştum hatırlamıyorum. En yakın kebapçıyı bulup tavuk şişi alıp koşarak hastaneye döndüm.

Birlikte yemek yedik.

Çok mutlu olmuştu.

Bu kez ben onun elini tuttum.

Gözleriyle gülüyordu. Bir zamanlar yanında morvet olarak gezen, inek sağarken istolunu taşıyıp altına koyan o küçük çocuğun iş güç sahibi olmasından, canı istediğinde tavuk satın alıp getirebilmesinden duyduğu gurur, gül pembesi yanaklarına yansımıştı.

Biraz gülelim diye “Nene tavuğu kime pişiriyordun” diye takıldım kendisine.

“Bizde tavuk ağır misafire pişirilir” dedi ve devam etti: “Eskiden tavuk çok kıymetliydi. Deden muhtardı diye kaymakam, savcı, hâkim, doktor çok misafiri olurdu. Bizimkilerin anası ölsün. Nenen ölsün siz ya tavuk hasta olduğunda ya da kendiniz hasta olduğunuzda ancak tavuk yiyebilirdiniz.”

İki gün sonra vedalaştık.

O tavuk, nenemin yediği son tavuk oldu.

Tavuğun yeniden kıymete bindiği, şehirlilerin köyden tavuk sipariş etmeye başladığı bugünleri görmedi.

İyi ki de görmedi.