Ne güzel ülkeydi...

“Eski” denilen Türkiye.

Masum.

Saf, temiz.

Lekesiz hayallerimiz vardı.

Umutlarımız.

Nergis gibi kokardı, baharında olduğumuz hayat.

O an ne durumda olursak olalım, illa iyiye gideceğine dair güven vardı hepimizde, çocuksu bir duyguydu değildi, öyleydi.

Filmleri siyah beyaz, kendisi rengarenk bir dünyaydı.

Valide sıkıca elimizden tutardı, ağabeyimle benim, İzmir’in imbatı limonata gibi üfürürken, Kahramanlar’daki açık hava sinemasına giderdik, yürüyerek, eğer uslu durursak babam gazoz alırdı, gerçi uslu durmadığımızda da alacağını bilirdik ama, tembih denilen terbiye, olmazsa olmazdı, çocuğun etraftaki insanları rahatsız etmesi, ebeveynleri utandırırdı, ayıp denilen kavram henüz tedavülden kaldırılmamıştı, kurulurduk çivisi popomuza batan tahta sandalyelere, herkes koro halinde başlardı, çıt çıt çıt çıt, küçücük sinemada iki kamyon dolusu çiğdem yenirdi, hani şu sizin ayçekirdeği dediğiniz çiğdem, biz İzmirlilerin zayıf noktasıdır, bedava kokain versen bu kadar bağımlısı olmayız... Ve, ışıklar sönerdi.

Dünyanın en yakışıklı adamları Ayhan Işık, Ediz Hun, İzzet Günay, Kartal Tibet, dünyanın en güzel kadınları Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik, Hollywood’ta olsaydı bütün dünyanın tanıyacağı Sadri Alışık, Vahi Öz, azgın hizmetçi Mürüvvet Sim, tonton aşçı Necdet Tosun, şapşal uşak Cevat Kurtuluş, ropdöşambrlı kalantor Hulusi Kentmen, şoför Nubar Terziyan, karaktersiz ebe Aliye Rona, dünyanın en iyi kötü adamı Erol Taş, ilaçlı gazoz efsanesi Önder Somer, kombinezonlu kötü kadın Suzan Avcı, kumarhaneci Kenan Pars, kuzu budunu hartss diye ısıran Danyal Topatan.

Nefes almadan seyrederdik.

Ayşecik vardı.

Ömercik.

Sezercik.

Masum, saf, umut dolu Türkiye’nin, vicdanı olan çocuklardı.

O unutulmaz acıklı replik mesela...

“Annecim, melek yüzlü annecim, hasta olma sen annecim, ben büyüyünce doktor olucam, sana ilaç getiricem annecim.”

Burnumuzun direği sızlardı.

Cızz ederdi yüreğimiz.

Kağıt mendiller yoktu o zamanlar, babam elini arka cebine atardı, ütülenmiş, derli toplu katlanmış bembeyaz mendilini çıkarıp, valideye uzatırdı hafifçe... Valide zaten hıçkırmaktan perişan.

Ben en çok Sezercik’i severdim.

Kendisi açken bile elindeki iki lokma ekmeği sokak köpeğine yediren yufka yürekli yaşıtımdı, veremli annesine bir tas çorba bulabilmek için sokaklarda şeker satan kahramanımdı, parası olmadığı için alamadığı balonlara iç çekerek bakakalan hüzünlü arkadaşımdı.

En çok onu severdim.

Aman ne kızardım o pis pis sırıtan gaddar üvey babasına, anlatamam.

Neyse ki, sonu hep tatlıya bağlanırdı.

Daima kötüler kaybederdi, hayatta da sinemada da, bilirdik.

Dedim ya, illa iyiye gideceğine dair güven vardı hepimizde.



Sonra aniden... Huninin ağzına yaklaştıkça döne döne hızlanan girdap misali, akıp geçiverdi yıllar, göz açıp kapayıncaya kadar.



Dün okuyorum gazeteleri, sahte çek senet işinden, dolandırıcılık suçlamasıyla beş küsur yıl hapis cezasına çarptırılmış iyi mi...

Meğer daha önce de, uyuşturucu meselesinden aranırken polisle çatışmış, aksiyon filmlerini andıran otomobilli kovalamacada cayır cayır kurşun yakılmış, evine yapılan baskında kalaşnikof filan bulunmuş, hapse bile atılmış.



Sezercik...

Mafyacık olmuş.



Halbuki, ne güzel ülkeydi, “eski” denilen Türkiye.

Masum.

Saf, temiz.

Lekesiz hayallerimiz vardı.

Umutlarımız.

Nergis gibi kokardı, baharında olduğumuz hayat.



Ve, altılı masaymış, seçim tarihiymiş falan, her şeyi bir kenara bıraktım bugün... Zihnimde rengarenk hatıraların siyah beyaz perdesi, elimde gözyaşlarımdan ıslanmış kağıt mendil, belki de aslında “her şey”in cevabı olan soruyu yazmaya karar verdim.

Ne oldu bize kardeşim?

20-30 yıl içinde böyle...

Ne oldu bize?

Nasıl getirildik bu hale?