Romanınızda vermek istediğiniz sosyal bir mesaj var mı? Tabi ki var. Hatta bence her kitapta bir mesaj var. Günümüz insanı sevginin tam anlamını bilmiyor. Değer, kıymet bilmenin önemini de unutmuş durumda zaten. Sevmeyi unuttuğu gibi saygıyı da es geçiyor. Her şey hızlıca olsun ve hızlıca tüketilsin istiyor. Tüm ilişkiler artık tüketim üzerine konumlanmış. Ben artık haber kanallarını izlemeye korkuyorum. İnsan insanın düşmanı olmuş. Yıl 2019 teknoloji almış başını gidiyor. İnsan da teknoloji ile çok ilerledi fakat üzgünüm ki insanlık artık çok uzaklarda ve gözükmüyor. Hoşgörümüzü tekrar kazanmamız dileğiyle. 'Kapının Ardındaki Ben' adlı romanınızı yazarken neyden esinlendiniz? Yazım süreci nasıl başladı? Yaklaşık iki sene önce bir arkadaşımın vasıtasıyla Beyoğlu Galata’da tarihi binalarla çevrili bir sokakla tanıştım. O dönemde hali hazırda şuan içinde bulunduğum film sektöründeyim ve ulusal bir gazetenin hafta sonu ekinde de köşe yazıları yazıyorum. Erkek kardeşim fotoğraf sanatçısı Ufuk Altunkaş da bana o sıralar fotoğraf çekmeyi öğretiyor. Sokakta birçok tarihi bina olmasına rağmen benim ilgimi çeken zincirlerle kapatılıp, kilitlenmiş büyükçe çok eski bir kapısı olan tarihi bina oldu. O gün binanın kapısının fotoğrafını çekip saatlerce baktım. Belliydi yaşanmışlıkları derindi o kapının o sokağın. Hatta hiç tanımadığım birini yoldan çevirip sordum. Sokağın gerçek sahipleri nerede diye. Cevap; 6-7 Eylül 1955 gecesi çoğu göç etti. Sonrasında o kapı ve bu cevaptan sonra romanı yazmaya karar verip 1955 yılını ve insanlarını araştırmaya başladım ve bu romanı kurguladım. Hikayeniz günümüzde başlayıp geçmişe 1955 yılına kadar uzanıyor. Peki yaşamadığınız bir yılı kaleme almak zor oldu mu? Sonuç olarak yakın tarihimizin kırılma noktasından söz ediyoruz. Zor tarafı 6-7 Eylül gecesini araştırırken öğrendiklerim oldu. O dönemi yaşayan birçok insanla sohbet ettim. Hepsinin suratında aynı hüzün, gözlerinde yaş vardı. 1950'li yılların güzelliğine düşen kapkara bir gece diyebilirim. Zaten o günden sonrada bu topraklarda görülüyor ki hiçbir şey eskisi gibi olmamış. Dönemin arşivlerine baktığımda da ‘Mozaik çatladı' betimlemesiyle tarihimizde yer alıyor. Umarım ülkemiz bir daha böyle günlerle karşılaşmaz. Çalışma hayatınız habercilik ile başlamış sonrasında film sektörüne geçmişsiniz. Uzun yıllardır da film sektöründesiniz. Peki romanın kaderinde film olmak var mı? Birçok okuyucudan sanki roman okumuyor da film izliyormuşuz gibi hissediyoruz diye birçok yorum geliyor. Film sektöründen birisi roman yazınca olay örgüsü ve betimlemeler böyle hissettirebiliyor. Romanım çıkalı çok kısa bir süre oldu. Bunları konuşmak için çok erken ama neden olmasın değil mi? Zaten birçok yapımcı arkadaşım da bu konudaki fikrimi merak ediyor ve soruyorlar. Romanı yazarken en zor yazdığınız bölüm hangisiydi? Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm günümüzü, ikinci bölüm ise 1955 yılını anlatıyor. Birbirini hiç tanımayan insanların kesişen gizem dolu hayat hikayesi diyebilirim. İki bölüm de hüzün dolu ama 1955 yılını yazarken kitabın yazarı olarak itiraf ediyorum ki ağladım. Şu ana kadar aldığınız en kötü yorum neydi? Sosyal medyada yazılanlar gösteriyor ki kitabı okuyucu içselleştirmiş. Bu benim için mutluluk verici. Hatta benim gibi ağlayanlar, hatta rüyasına girenler bile olmuş. Tek aldığım eleştiri neden 200 sayfa olduğu. Kısa bulanlar olmuş, haklılar da. Ama şunu bilmiyorlar ki kitabın ikincisi yani devamı gelecek.