1.Ox-Bow Olayı / The Ox-Bow Incident (1943) Yönetmen William A. Wellman’ın elinden çıkmış 1943 yapımı bir western klasiği olan “Ox-Bow Olayı”, kışkırtılmış bir kitlenin masum olup olmadıklarıyla ilgilenmedikleri sanıkları linç etmeye çalışmasını anlatır. Bir söylentiyle ayaklanan kasaba halkı katil olarak yaftaladıkları üç adamı yakalayıp linç etmek için harekete geçerler. Hatta şerif yardımcısı bile onlara katılmıştır! Ancak aralarındaki iki kovboy diğerlerinden farklı olarak bu yapılanın meşruluğundan şüphe duymaktadırlar. Az bir mekan sayısına sahip olsa da film başından sonuna gerilim içinde izleniyor. Kurbanlar, kendilerini savcı yerine koyan cellatlar ve ‘iki arada bir derede’ kalmış azınlıklar arasında geçen hikaye adaletin tatmin edemediği durumların insanların içindeki linç duygularını nasıl da körü körüne yönlendirdiğini çok güzel anlatır. Sorgulamadan haklı olduklarına kanaat getirmişlerdir ve onları sadece suçluları ‘öldürmek’ rahatlatacaktır! Henry Fonda’nın azınlıktaki kovboylardan birini canlandırdığı film, alışıldık vahşi batı filmlerinden biri değildir. Gereğinden az ilgi görmüş şahane bir başyapıttır aslında. (7+) the-ox-bow-incident 2. 12 Öfkeli Adam / 12 Angry Men (1957) Önyargı üzerine yapılmış en müthiş filmdir “12 Öfkeli Adam”. Amerikan hukuk sisteminde belirleyici bir öneme sahip olan jüri sistemini merkezine alır. Film bir cinayet davasında jüri koltuğuna oturmuş birbirinden çok farklı fikir ve konumlarda bulunan oniki sıradan adamın saatlerce süren jüri toplantısına odaklanır. Kamera bu odanın içindedir sürekli ama izleyici bir an bile sıkılmaz. Oldukça çabuk ve kolay geçeceğine inanılan oylama 8 numaralı jüri tarafından sürüncemeye çekilir. Çünkü o, mahkeme salonunda dinlediklerine ve sunulan tüm kanıtlara rağmen zanlının cinayeti işlemiş olduğuna ikna olamamıştır. Diğerleri kararlarını vermiştir ama onun kafasında cevap bulamadığı sorular vardır. Sisteme göreyse oniki jürinin tamamı aynı fikirde olmalıdır. 8 numaranın şüphesi ve her şeye rağmen muhalefetiyle büyük bir tartışma başlar. Amerikan sinemasının üstatlarından Sidney Lumet’nin “12 Öfkeli Adam”ı sinema tarihinin en iyi tek mekanda geçen filmlerinden hatta belki de en iyisidir. Henry Fonda’nın canlandırdığı 8 numaralı jüri ise sinema tarihinin en vicdanlı kahramanlarından biri olabilir rahatlıkla. Eğer hâlâ izlemediyseniz bu klasiği mutlaka izleyin. (7+) 12-angry-men 3. Bir Cinayetin Tahlili / Anatomy of a Murder (1959) Hollywood’un çok iyi eserler çıkardığı ve adalet kavramının genlerine inebilmeye olanak sağlayan bir tür olan ‘mahkeme filmleri’nin kuşkusuz en iyilerinden biridir Otto Preminger’in yönettiği 1959 yapımı “Bir Cinayetin Tahlili”. Daha önce 10 yıllık bir süre boyunca bölge savcılığında görev almış olmasına rağmen bir şekilde orada barındırılmamış ve mecburen bir küçük kasaba avukatı olarak kariyerini sürdürmek zorunda kalmıştır Paul Biegler. Çok ses getirecek sansasyonel bir davayı biraz da eski çalıştığı insanlarla karşı karşıya gelmek adına kabul eder... Sanık Teğmen Frederick Manion, eşine tecavüz eden bar işletmecisi Quill’i öldürmek suçuyla yargılanacaktır. Frederick ukala bir adamdır ve karısına tecavüz eden adamı aynı akşam tanıkların huzurunda vurarak öldürmüştür. Biegler için zor bir davadır. Özellikle de Ferederick’in fazla fiyakalı olan karısı Laura Manion ile tanıştığında bu daha da netleşir. Avukat, Laura Manion’ı bir kurban olarak göstermek, Frederick’in cinayetini de anlık bir öfke patlamasına ve ağır tahrike bağlayabilmek için epey uğraşır. Bu mahkeme filmlerinin başyapıtlarından biri olan film tam 7 dalda Oscar’a aday gösterilmiş olsa da ünlü “Ben-Hur”un senesine denk gelmesi nedeniyle hiçbirini alamamış, hepsini de “Ben-Hur”a kaptırmıştı... (7+) bir-cinayetin-tahlili 4. Rüzgarın Mirası / Inherit The Wind (1960) 1920’lerin ortasında Amerika’nın güneyinde küçük bir kasabada, kilisenin rahibi ve yandaşları bir isyan başlatırlar. Kurdukları baskıyla kasabanın okulunda öğrencilerine Darwin’in evrim teorisini anlatan genç öğretmen Bertram’ı şerife tutuklatırlar. Halk da bu kararı destekler. Büyük bir ulusal gazete bunu haber yapınca olay giderek büyür. Geçmişte başkanlığa adaylığını da koymuş çok ünlü bir savcı bu davanın savunucusu olarak kasabaya törenler eşliğinde giriş yapar. Bu ilginç davayı takip eden büyük bir gazetede, Bertram’ı savunması için ülkenin en inatçı avukatlarından biri olarak nam salmış bir avukatı tutar. Böylelikle Henry Drummond adlı bu avukat yaklaşık 40 derece yaz sıcağında evrim teorisinin okunması ve okutulmasının kişisel özgürlük kapsamına girdiğini bütün bir kasabaya ve dolayısıyla bütün ülkeye kanıtlamak için ter döker. Gerçek bir olaydan sahnelenen tiyatro oyunundan uyarlanan filmde Spencer Tracy unutulmaz bir performans gösterir. Günümüz Türkiye’sinde de hâlâ tartışılan bu vakayı 1920’lerde halletmiş bir toplumun tartışmalarından belki biraz ders alırlar bazı kişiler izleseler! (7+) inherit-the-wind 5. Bülbülü Öldürmek / To Kill A Mockingbird (1962) Amerikan edebiyatında güney topraklarının benzersiz bir sihri var. Kendisi de bir güneyli olan yazar Harper Lee’nin 9 milyondan fazla satan kitabı da bu benzersiz ve unutulmaz hikayelerden birini anlatmaktaydı. Bir adaletsizlik ve yaş dönümü öyküsüyle başa baş giden bu hikaye (Siyah bir adam, beyaz bir kadın tarafından tecavüzle suçlanır ve dul bir avukat onun savunmasını üstlenir) öylesine şiddet karşıtıydı ki, şiddeti abartarak insanları şiddetten soğutacağını düşünen ama tam tersine onu daha da körükleyen Hollywood’lu yapımcıların, yazarı film haklarını satması için ikna etmesi epey zor olmuştu. Görünüşünün aksine film tamamen bir mahkeme dramı değil. Evet, çekimleri 3 hafta alan hayli uzun bir duruşma sahnesine sahip; ancak öykünün hem iki küçük çocuğun bakış açısından anlatılması hem de çocukluk korkularına geniş yer ayrılması, nirengi noktalarının da çok farklı konumlara yerleşmesini sağlıyor. Mükemmel siyah-beyaz sinematografisi, tümü deneyimsiz çocuk oyuncuların doğaçlamaya kayan (onlara nasıl rol yapmaları gerektiği söylenmemiş) şaşırtıcı performansları ve Robert Duvall’ın on saniyede on binlerce şey söyleyen diyalogsuz ilk rolü, her sinemaseverin görmesi gereken cevherlerin sadece bir kısmı. (7+) bulbulu_oldurmek 6. Ölümsüz / Z (1969) Martin Luther King, John F. Kennedy, Malcolm X, Gandhi ve daha nice barış gönüllüsü politikacılar, aktivistler... İnsanlar üzerinde etkili oldukları anlaşılınca katledilen değerli insanlar... Yunan yönetmen Costa Gavras bu listeye hemen akla gelmeyen bir isim daha ekliyor bu değerli filmiyle: 1963’te katledilen Yunan sol görüşlü aktivist Gregoris Lambrakis. Film Lambrakis suikastını, uyarlandığı romandaki gibi birebir olarak aktarmıyor aslında. Karakterlerinin Fransızca konuştuğu zamansız ve mekansız bir film bu. Ama öyle bir film ki her zamana ve her mekana uyarlayabilmeniz mümkün… Film ülke ve isimleri belirtmeden polis ve ordunun, basit bir karşı-halk hareketinin sonucu gibi göstermeye çalıştığı ama aslında ayan beyan planlı bir suikaste kurban giden aydın ve sol görüşlü bir politikacının ‘katledilmesini’ ve sonrasındaki adalet arayışını anlatıyor. Seyredildiği anda da her aklı başında insanı kendisine aşık edebilecek güçtedir. Bunun nedeni Costa Gavras’ın hikayenin özüne inişindeki ustalık ve kötülüğün iyilik üzerinde kurduğu hükümranlığın bir gün mutlaka bir şekilde yenileceği umuduna duyduğu inanç. (13+) olumsuz 7. Herkes İçin Adalet / ... and Justice For All (1979) Avukat tutmaya parası yetmeyen zanlıların avukatlığını yapan kamu avukatlarının yaşadıklarına ve onların hakimlerle, savcılarla olan ilişkilerine odaklanan bir hukuk filmidir “Herkes İçin Adalet”. Al Pacino’nun canlandırdığı Arthur adlı avukatın birkaç vurucu vakasına değinen filmde, özellikle Arthur’un sürekli didiştiği bir hakimin tecavüzle suçlanmasının ardından başlayan hikaye gerçekten etkileyici. Bu son derece güçlü hakimin, Arthur’a kendisini savunması için yaptığı teklifi kabul etmek zorunda kalır. Karşılığında hakimden suçsuz yere yatan bir müvekkili için yardım etmesini ister. Adaletin yavaşlığının ve parası olmayan insanların hayatlarını küçümseyen burnu havada, paragöz hukukçularına ciddi bir eleştiri getiren film Oscar adayı senaryosuyla da dikkat çekici. Yönetmen Norman Jewison’ın filmi daha adından, jeneriğinden finalde Al Pacino’nun yaptığı açılış konuşması sahnesine kadar adalet sisteminin adaletsizliğine vurgu yapan güçlü bir filmdir ve güçlü olanların adaleti nasıl da kendilerine göre kullanabildiğini acı olaylar eşliğinde anlatır. Bu filmdeki rolüyle Al Pacino, ‘en iyi erkek oyuncu’ dalında Oscar’a aday olmuştu. (15+) herkes_icin_adalet8. Hüküm / The Verdict (1982) “Hüküm”ün kariyeri başaşağı giden alkolik avukatı Frank, yanlış tedavi sonucu komaya giren bir genç kızın davasını kabul eder. Doğum yapmak için büyük bir kilisenin sahibi olduğu hastaneye giden genç kadın doktorun yanlış bir kararı yüzünden komaya girmiştir. Kilise büyük sayılabilecek bir tazminat ödemeyi önerse de Frank bunun karşılığının bu olmadığını düşünür. Kızın ablası ve eniştesinin tepkisine rağmen daha büyük bir tazminat ve doktorun suçlu bulunması için anlaşmayı reddedip davaya devam eder. Karşısında çok güçlü bir avukatlar ordusu ve hatta tarafsızlığı şüpheli bir hakim vardır. Usta Amerikalı sinemacı Sidney Lumet’nin filmi tarafgir bir mahkemeye rağmen adalet kavramındaki insan faktörünü, vicdanı ön plana çıkaran bir hikaye anlatır. Paul Newman’ın başarıyla canlandırdığı avukat Frank’in kapanış konuşması o kadar etkilidir ki, adaletin yolunun insan kalbinden geçtiğini gözlerimize baka baka anlatır. (13+) hukum 9. Sanık / The Accused (1988) Ülkemizde de gösterime girdiğinde büyük tartışmalara yol açmış, çok dramatik bir filmdir “Sanık”. Bir gece tek başına barda eğlenen genç bir kadın, Sarah (Jodie Foster), birkaç genç adamın tecavüz ve saldırısına maruz kalır. Hakkını aramak için girdiği hukuk savaşında karşı tarafın elindeki en güçlü argümanlar, Sarah’nın o gece saldırganlara karşı teşvik edici davrandığı, açık saçık giyindiği ve davetkar tavırlar gösterdiğidir. Film bize bir kadının dekolte giyinmesi, ya da biraz rahat davranmış olması karşısında ‘tahrik olmuş’ erkeklerin ona tecavüz etme hakkı verip/vermediğini tartışmaya açmaktadır. Elbette bunlar bugün ülkemizde de sıkça rastladığımız ‘hafifletici unsur’ meselesini de akla getirmekte. Üç erkeğin tecavüzüne uğrayan Sarah rolünde hakettiği gibi Oscarlık bir performans çıkaran Jodie Foster, bugün hâlâ yaşanan bu hukuksuzluk klasiğine dikkat çekiyor elbette. Adaletin cinsiyetçi tavrına sert bir eleştiri getiren film, malum saldırı sahnelerindeki kışkırtıcı tavrıyla da hayli tartışılmıştı. (15+) sanik 10. İnce Mavi Çizgi / The Thin Blue Line (1988) “The Thin Blue Line” belgesel sinemasını kökünden sarsan türünün en iyi filmlerinden biridir. Texas’daki bir polis memurunun öldürülmesinin ardından Randall Adams adlı bir adam yakalanır ve genç adam bir anda kendisini idama mahkum bir suçlu olarak hapishanede bulur. Yönetmen Errol Morris cinayet anını bir dedektif gibi tekrar tekrar araştırır ve canlandırır. Olayın bütün yönlerini tanıklarla, polislerle ve Randall’ın bizzat kendisiyle konuşarak enine boyuna işler. Biz de filmi izledikçe Randall’ın boşu boşuna işlemediği bir cinayetten dolayı hüküm giydiğine ikna oluruz giderek... Bu vurucu belgeseli nefes nefese izliyorsunuz ve yanlış uygulanan adaletin, gerçek adaletten ne kadar uzak ve acı verici olduğuna bir kez daha şahit oluyorsunuz... “İnce Mavi Çizgi” bugün oldukça taklit edilen ve birçok başarılı suç belgeselinin yapılmasına da ön ayak olmuş son derece önemli bir filmdir. (7+) ince-mavi-cizgi 11. Birkaç İyi Adam / A Few Good Men (1992) Rob Reiner’ın yönettiği ve usta senarist Aaron Sorkin’in senaryosuna imza attığı “Birkaç İyi Adam”, güçlü oyuncu kadrosuyla da dikkat çeken bir filmdi. Tom Cruise, Jack Nicholson, Demi Moore, Kevin Bacon, Kiefer Sutherland gibi isimlerin yeraldığı film henüz hiç mahkeme salonuna çıkmamış genç askeri avukat Teğmen Daniel Kaffee’nin iki askerin sorumlu olduğu bir cinayet duruşmasında görev almasını anlatıyor. Askerler işlenen suçu kendi iradeleriyle değil aldıkları emir gereği yerine getirdiklerini söylüyorlardır. O güne kadar üstüne aldığı her davayı mahkemeye çıkmadan, anlaşma yaparak kazanan genç avukat, bu sefer gerçek adaletin peşine düşer ve davayı mahkemeye taşır. Karşısında donanmanın efsane komutanı Albay Nathan Jessup’u bulacaktır! Kol kırılır yen içinde kalır mantığına karşı savaşan acemi ve fazla önemsenmeyen bir avukatı başarıyla canlandırır Tom Cruise. Özellikle de Cruise’un zorla tanık sandalyesine oturttuğu Jack Nicholson’ı sorguladığı ünlü sahnesiyle anılan film, türünün en iyi örneklerinden de biridir. (15+) birkac_iyi_adam 12. Philadelphia (1993) 1993 yılı AIDS hastalığının dünyada en çok ciddiye alındığı yıl olarak geçer. Çünkü giderek artan bir farkındalık başlamıştır özellikle de ABD’de. Bunda ünlü yönetmen Jonathan Demme’nin çektiği “Philadelphia”nın da katkısı büyüktür doğrusu. Eşcinsel, iyi eğitimli, keskin zekalı ve başarılı bir avukat olan Andrew Beckett, bir gün HIV virüsü taşıdığını öğrenir. Çalıştığı büyük hukuk şirketi bu hastalığı bahane ederek onu işten çıkarır. Andrew kendisini savunması için başarılı bir avukat olan ama aynı zamanda da homofobik Joe Miller’ı tutar. Film her ne kadar Tom Hanks’in Oscar kazanmış performansıyla anılsa da Denzel Washington’ın kendi homofobisini de bu dava sırasında yenen avukat karakterini nüanslı ve incelikli bir performansla sunması etkileyicidir. Ayrımcılık karşıtı bir filmdir bu ve köleliği kaldıran, herkesin eşit olduğunu söyleyen ünlü özgürlük bildirgesinin imzalandığı eyaletin adını taşır. (13+) philadelphia 13. Dava / A Civil Action (1998) Bir grup emekçi ailenin çocukları yakınlarındaki sanayi tesislerinin su kaynaklarına karışan kimyasal atıkları yüzünden çocuklarının lösemi olduklarını iddia ederler. Hatta bir ailenin küçük çocuğu çok trajik bir biçimde ölür. Amerika’nın en ünlü ve en büyük hukuk firması bu tesislerin sahibi olan iki büyük ve güçlü şirketi savunmaya başlar. Mağdur aileleri ise küçük bir hukuk firmasından Jan Schlichtmann adlı bir avukat savunacaktır. İşi gerçekten çok zordur. John Travolta’nın en iyi performanslarından birini barındıran “Dava”, gerçekten de Amerika’da çok iyi bilinen ve 8 yıl süren ünlü bir kamu davasını konu alıyor. Gerçek vakanın avukatı Jan Schlichtmann’ın kitabından uyarlanan filmin yönetmeni senaryosuna da imza atan Steven Zaillian. (13+) a-civil-action 14. Canım Babacığım / Capturing The Friedmans (2003) Friedman ailesi dışarıdan göründüğü kadarıyla son derece normal bir ailedir. Ailenin babası Arnold ödüllü bir öğretmen, karısı Elaine iyi bir eş. Üç oğullarıyla birlikte sıradan, sakin bir hayatları vardır. Bir Şükran Günü akşamında sakin bir aile yemeğinin tam ortasında polisler kapılarını kırarak evlerine girerler. Arnold ve 18 yaşındaki oğlu Jesse tutuklanır. Baba ve oğlu yüz kızartıcı bir suçla itham edilirler. Aile suçlu olduğunu kabul etmese de hukuk süreci oldukça çalkantılı olaylarla birlikte başlar. Friedman ailesinin üyelerine iftira mı atıldı ya da gerçekten de Arnold iğrenç bir çocuk tecavüzcüsü ve oğlu da onun yardımcısı mıdır? Bu can alıcı sorular üzerinden izleyiciyi oradan oraya savuran çok çarpıcı bir belgesel “Canım Babacığım”. Görünürde bir sürü kanıt ve şüphe, ama yine de insanın içini tam bir vicdan rahatlaması yaşatmayan sonuçlar... Film ülkemizde festivallerde ilgiyle izlenmiş ve DVD olarak da çıkmıştı. (18+) caniim-babacigim 15. Soraya’yı Taşlamak / The Stoning of Soraya M. (2008) Şah’ın devrilmesinin ardından Humeyni’nin şeriatı getirdiği İran’da küçük bir köyde, 4 çocuk annesi Soraya’nın gözünü şehvet bürümüş kocası Ali, gardiyanlık yaptığı hapishanedeki idama mahkum bir adamın 14 yaşındaki kızını istiyor kendisine. Şeriat yasaları kızın 14 yaşında olmasını bir yana bırakın, zaten onu kendisine ikinci eş olarak almasına da müsaade ediyor. Ama Ali’nin derdi Soraya’dan tümüyle kurtulmak, böylece ona ve iki kızına da nafaka vermeyecek... Bu yüzden ona bir zina iftirası atıyor. Köyün mollasını ve muhtarını da ayarladıktan sonra zinanın cezası olan recm’i Soraya’nın bir türlü kaçamadığı amansız kaderi haline getiriyor. Filmin açılışında 14. yüzyılda yaşamış İranlı bir şair olan Hafız Şirazi’nin (batıda Hafez Shirazi olarak bilinir) şu dizeleri var: “Olmayın riyakârlık edenlerden / Yüksek sesle Kur’an’ı dillendirirken / Ahlaksızlığını örtbas ettiğini zannedenlerden”... Yani aslında hangi din adına olursa olsun ortada bir ‘cinayet’ varsa, onun adı cinayettir! Her ne kadar adını adalet diye yutturmaya çalışsalar bile! (18+) the-stoning-of-soraya-m 16. Sevgili Zachary / Dear Zachary (2008) Bu şok edici belgesel filmin tam adı şu aslında: “Sevgili Zachary: Bir Oğula Babası Hakkında Bir Mektup”. Kurt adlı sinemacı bir genç adam yakın dostu Zachary’nin beklenmedik ölümü üzerine onun küçük oğluna babasını anlatmayı planladığı bir film çekmeye karar vermesiyle başlıyor. Kurt çevresi tarafından çok sevilen Zachary’nin cinayet davası sürerken onun geçmişi ve yaşanan hukuki süreci de içine alan bir film çekiyordur. Ancak dava ilerledikçe hem olaylar hem de film yön değiştirir, akılalmaz adaletsizlikler, fedakarlıklar, inanılmaz olaylar ve göz yaşartıcı trajediler birbirini takip eder. Filmin sürprizlerini özellikle açıklamıyorum. Çünkü izlerken aynı benim gibi duygudan duyguya sürüklenmenizi istiyorum... “Sevgili Zachary”i izlediğinizde inanılmaz bir insan ve adalet hikayesi izlemekle kalmayıp çok duygulanacak ve eminim ki ‘uzun zamandır bir filmden hiç bu kadar etkilenmemiştim’ diyeceksiniz... (13+) sevgili-zachary 17. Onur Savaşı / Jagten (2012) Yalnız yaşayan ve oğlunun velayetini almak için çırpınan bir anaokulu öğretmeni olan Lucas, bu davada biraz ilerleme kaydettiği haberini almıştır, tam da o günlerde yeni bir aşka da yelken açmaya başlamıştır... Kısacası hayatında güzel gelişmeler olmaktadır. Ancak bir gün başına büyük bir felaket gelir. Küçük bir çocuk tarafından söylenen küçücük masum bir yalan Lucas’ın bütün hayatını bütünüyle altüst eder. Küçük Klara dikkat çekmek için Lucas’ın kendisine tacizde bulunduğu yalanını söyler. Lucas bütün kasaba tarafından jet hızıyla dışlanır. Adaletin en temel ilkesi ‘herkes aksi ispat edilene kadar masumdur’un ters yüz edildiği bir durumda kalır. Bu olaydan önce herkesin çok sevdiği ve güvendiği bir adam olan Lucas’a, en yakınları bile masum olduğunu ispat etmesi için küçücük de olsa bir fırsat tanımaz. Önyargı ve sosyal lincin gerçek adaleti nasıl etkilediğini anlatmasının yanısıra insan hayatının ne kadar da kırılgan olduğunu gösteren çok iyi bir filmdir “Onur Savaşı”. Lucas’ı canlandıran Danimarkalı oyuncu Mads Mikkelsen’in de en kalıcı performansını içermektedir... (15+) jagten 18. Özgürlük Yürüyüşü / Selma (2014) ABD’de Afro-Amerikalılara karşı yapılan ırkçılık üzerine çok fazla film yapıldı. Bu filmlerin çoğunda siyahlara adaleti yine ‘beyaz adamlar’ getirir. Ama Martin Luther King’in hikayesi öyle değildir. King, şiddet dışı yöntemlerle bu haksızlığı bitirmeye gayret gösteren ve karizmatik konuşmalar yapabilme yeteneğini de kullanarak bu uğurda büyük yollar katedilmesine ön ayak olmuş bir liderdi. Devlet okullarındaki ırk ayrımının 1954’te kalkmış olmasına rağmen ve Amerika’da özellikle 1960’ların başında pek çok eyalette ırkçılık vakalarında azalma olduğu halde güney eyaletleri ırkçılık faaliyetlerinde hâlâ direniyorlardı. Birçok eyalette hâlâ siyahlara oy hakkı tanınmıyor, sokaklarda hunharca öldürülen insanların katilleri beyazların adalet mekanizmasında serbest kalıyorlardı. King ve arkadaşları ırkçılığın en koyu yaşandığı Alabama’ya bağlı olan Selma kasabasından Montgomery şehrine 1965’in mart aynda bir yürüyüş tertiplediler. “Selma” bu onurlu yürüyüşün ve yarattığı pozitif etkinin filmi işte. Sadece Amerikan toplumu için değil dünyanın her yerinde sivil hakları için mücadele eden insanlara ilham kaynaklığı yapacak bir hikaye, akıp giden bir kurgu, etkileyici ve birinci sınıf bir oyuncu kadrosu, müzikleriyle ve ustaca çekilmiş vurucu sahneleriyle “Selma” insanın tüylerini diken diken eden bir ‘insanlık’ öyküsü. (13+) ozgurluk_yuruyusu 19. Leviathan (2014) Ünlü Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in 2014 yapımı filmi “Leviathan” günümüz Rusya’sında yozlaşmanın küçük insanın adalet arayışının hikayesini anlatıyor. Küçük bir kıyı kasabasında yaşayan Kolya adlı dürüst bir tamirci ve ailesinin arazisini (evini) ellerinden almaya yemin etmiş yoz belediye başkanına karşı verilen mücadeleye odaklanıyor film. Merkezden desteklenen, dini (yani kiliseyi) de arkasına almış, etrafındaki tüm kamu kurum ve kişileri çıkar ilişkileriyle bir saadet zinciri gibi birbirine bağlamış, artık mafyalaşmaya başlamış, tekinsiz korumalarıyla dolaşan belediye başkanı, küçük bir çekirdek ailenin üzerinde yaşadığı o araziyi mutlaka alacaktır! Ancak bu küçük ama dürüst insanların da ellerinde bir dosya vardır! Bu dosya belediye başkanının bütün kanlı günahlarını belgelemektedir. Ama bu öyle kuvvetli bir yozlaşma hikayesidir ki, önüne katan herkesi alıp götürmektedir... Kolya sadece yoz politikacılardan değil, rüşvetçi ve çıkarcı kamu görevlilerinden, zeki avukatlardan hatta en yakınlarından bile kazık yiyecektir. Çağdaş Rus sinemasının en önemli yönetmenlerinden Andrei Zvyagintsev’in bu olağanüstü dördüncü filmi uzun süresine rağmen izleyicisini hiç sıkmıyor. Zvyagintsev’in yozlaşma karşısındaki insanın çaresiz ve hatta zaman zaman trajikomik olan adalet arayışına bakışı biraz umutsuz. (13+) leviathan 20. Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake (2016) “Ben, Daniel Blake”, kalp rahatsızlığı yüzünden çalışamayan, devletten işsizlik maaşı almaya çalışan dul bir emekçinin mücadeleyle dolu buruk hikayesini anlatıyor. Çünkü bitmek bilmeyen bir bürokrasi trafiğinde kaybolur. Daniel Blake, kendisi gibi sosyal adaletsizliğin en vahşisini yaşayan ve yaşam mücadelesi veren Katie adlı bir kadına ve iki çocuğuna da sahip çıkmaya çalışır elinden geldiğince. Ama hayat ve sistem acımasızdır, sıradan insanların sırtından beslenir... “Ben, Daniel Blake” sosyal adaletsizliği anlatan değerli bir film. Gücünü filmin değerli yönetmeni Ken Loach’un kadim arkadaşı senarist Paul Laverty’nin güçlü senaryosundan alıyor en çok. Sade, gereksiz süslemelerden kaçınarak, gerçekçi, sert, tavizsiz ve tabi ki de ‘insan’dan taraf. İngiltere’de geçiyor ama her ülkenin sorunu aslında. Üstelik İngiltere gibi Avrupa’nın tam ortasında olan, bizdeki gibi sorunlarla boğuşmayan bir demokrasi beşiğinde bunun yaşanıyor olması ne kadar da acı. Daniel Blake rolünde samimi bir performans çıkaran İngiliz komedyen Dave Johns, Katie’yi oynayan Hayley Squires de akılda kalıcı olmayı başarıyorlar. İyi komedyenler dramatik rollerde harikalar yaratırlar tesbitinin yepyeni bir kanıtı Dave Johns’unki. “Ben, Daniel Blake” vatandaşına sadaka verir gibi sosyal hizmet yapan, onu da müthiş bir gönülsüzlükle uygulayanların vicdanlarına sesleniyor. Hâlâ bir parça kaldıysa tabi! (7+) ben-daniel_blake   [old_news_related_template title="İzleyenlere mutluluk verecek 20 film..." desc="Sinema ruhumuza iyi gelir, bize insanlığımızı hatırlatır. Kimi zaman hüzün, bazen de umut verir, mutluluk verir. Bu listede mutluluk veren 20 filmle tanışacaksınız..." image="https://sozcuo01.sozcucdn.com/wp-content/uploads/2017/06/mutluluk2.jpg" link="https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/izleyenlere-mutluluk-verecek-20-film/"]