İlk romanınız İnkılap Yayınevi’nden çıktı; Birinci Kıyamet. Ve bu vesileyle sizin bir oyuncudan çok daha fazlası olduğunuzu öğrendik... Mimarlık okumuşsunuz, hem oyuncu, hem yazarsınız... Biraz anlatır mısınız ? 1982 yılında Ankara’da doğdum, tüm eğitimim de orada geçti. Babam inşaat mühendisi, benim de mühendis olmamı istiyordu. Ama ben Mimarlık okumaya karar verdim... Kıbrıs Doğu Akdeniz Üniversitesine gittim. Gidiş o gidiş! Bir daha da dönmemişsiniz Ankara’ya... Önce Kıbrıs’ta tiyatro yapmaya başladım. Hayatımı değiştiren kişi Kıbrıs’ta Açık Tiyatro’nun Genel Sanat Yönetmeni Mehmet Uluğbay. Benim hocam, ustam oldu... Mimarlığı bitirdikten sonra Açık Tiyatro’da devam ettim. O arada Mehmet dedi ki “Burada çocuk oyunları da yapacağım, kalır mısın?” Tamam” dedim, olur. Babama karşı bir savaş vererek “dönmüyorum” dedim! Siz böyle deyince babanız Niyazi Bey “Çıldırdın mı oğlum” demedi mi? Dedi tabi demez mi! Ta ki, Maksim Gorki’nin ‘Ayak Takımı’nı yapmıştık, “Gel” dedim, “Bir gör, izle oyunu”. Oyunu izledikten sonra, “Tamam” dedi, o zaman emin oldu. Yapımcılık, yazarlık, oyunculuk, kısa filmler... Hep yazan bir adam mıydınız ? Üniversite yıllarında yazmaya başladım. Aslında her şey fotoğraf merakımla başladı. Bir fotoğraf makinası almıştım kendime, Kıbrıs’ın her sokağında fotoğraflar çekiyordum. Sonra onları bilgisayarımda birleştirirken “Neden kısa filmler yapmıyorum” diye düşündüm... Yazılar, kısa filmler, tiyatro derken... kendimi İstanbul’da buldum. O nasıl oldu? Bir gün telefonum çaldı, açtım, Harika Uygur aradı, dönemin etkili bir kast direktörü. Tomris Giritlioğlu’nun bir projesi ile ilgili görüşmek istiyorum dedi. “Şaka yapıyorsunuz herhalde” dedim kapattım ben telefonu. İnanmıyorum! Gerçekten... Sonra ısrarla aradı, ben anladım ki gerçekten Harika Uygur ve son derece ciddi... “Siz nerden ulaştınız bana ?” dedim, internette tiyatro videolarımı görmüş... İstanbul’a böyle geldim, o proje de Hatırla Sevgili’ydi. “HERKESİN CANAVARI İÇİNDE” Kıbrıs’taki tiyatro yıllarınızı ‘karakterimi inşaa ettiğim dönem’ diye anlatıyorsunuz... Öyle çünkü... Yoksulluk, iyilik, kötülük, adalet... Bütün bunları anlamaya çalıştığım dönem. Varoluşçulukla, Kieslowski Tiyatrosu ile tanıştığım yıllar. Suç ne, suçlu kim? Bu sorulara ve psikolojiye müthiş ilgi duyduğum süreçler. Ve böylece kendi tiyatronuzu kurup, üçlü bir oyun serisi de yazıyorsunuz : Pragma / Dip / İnferno. Hepsi oynandı mı bunların? İlk ikisi seyirciyle buluştu. Dip’i ayrıca “Mahalle” ismiyle bir uzun metraj film yaptık. Bir mahalleden yola çıkarak, suçun ve önyargıların nasıl birbirine bulaştığını incelemeye çalıştık. İnferno’da ise daha bireysel, baba oğul ilişkisi üzerinden anlatılan bir hikayemiz var. İnferno hazır, heyecanla seyirci ile buluşmayı bekliyoruz. Gelelim kitaba, Birinci Kıyamet’e... Hep aklınızda olan bir şey miydi ? İçimde biriken bir şey diyelim, zamanı bugünmüş. Gerçekten çok heyecanlıyım, kitap fuarlarına gitmek, okuyucu ile buluşmak başka türlü bir deneyimmiş. Ne anlatıyor kitap? Aynı anda iki hikaye anlatıyor... Biri gerçekten yaşamış bir karakter olan Sabri Mahir’in öyküsü... 1900’lü yıllarda Mektebi Sultan-i’de okurken GS’da futbol oynuyor. Tevfik Fikret de o dönemin okul müdürü. Sabri’nin öfkesiyle çok ciddi bir sorunu var ve buna bir çözüm bulabilmek için Tevfik Fikret’le o dönemin edebiyat öğretmeni Mösyö Ravel boksu gündeme getiriyorlar. Sabri, böylece öfkesini dindirmek için boks yapmaya başlıyor. Ama öfkesi dinmek yerine bir şekilde kendi kıyametine yol açıyor ve sonunda ülkesinden vatanından ve topraklarından kaçmak zorunda kalıyor. Sevdiği kadın Pera’yı da arkasında bırakarak... Aslında hikaye böyle başlıyor... Sabri gidiyor ama gittiği yer de kıyametin koptuğu yer. Ben kitabı okudum, bir eleştirmen değilim ama gerçekten çok etkileyici... Bu bir seri anlaşılan, çünkü Birinci Kıyamet adını vermişsiniz... Neden özellikle o dönemi yazdınız ? Evet, bu bir seri ve aslında Sabri’nin yolculuğu. Serinin bitiminde Sabri’nin tam olarak neler yaşadığını okurlar da anlamış olacak. Bunun altında da şu var; 1900’lerden 1947’lere kadar, yani 1. Dünya Savaşı öncesine ben eski çağın bitip yeni çağın başlaması olarak bakıyorum. Bir anlamda değişimin yaşandığı kaos dönemi, çok karmaşık dönem, Osmanlı'nın da son yılları. O dönemin içinde Sabri aslında tarihe tanıklık ediyor ve kıyametlerin içinden geçiyor. Benzer bir dönem sanki bu içinden geçtiğimiz dönem, değil mi? Yıkıcı değişimin yılları... Doğru. Ve bu hep kendini tekrar edecek... Romanda bir cümle var : “babalar neyse evlatlar da odur.” Bu Sabri’nin babasıyla ilişkisine dair gibi gözükse de daha büyük bakışta aslında “geçmiş neyse, gelecek de odur” demek... Her dönemin içinde o dönemin kıyametleri olacak. “Kaosun içindeki düzen” diyorsunuz buna kitapta. Kitapta suç ve suçlu ilişkisi çok güçlü... “Kötülük nedir?” sorusu da... Neden bu kadar takıntılısınız bu kavramlara? Çünkü geçmişi de bugünü de oluşturan tek bir şey var, o da kibirlerimiz ve kibirden oluşan suç. Bunu hem bireysel hem toplumsal olarak düşünebilirsiniz... Önyargılar, bütün bu tarih içine yaratılan çatışmalar, polemikler, hepsi aslında bu saf kötülüğün içinde yaratılmaya çalışılıyor. Sonuçta ben de hala soruyorum, doğruyu arıyorum. Serinin tamamı “mutlak , saf kötülük” nedir, onun izini arıyor... İkinci kitap çıktığında bu kavramlar biraz daha netleşecek. Kıyametin sonunda bir “Valhalla” var kitapda, Kuzey Mitlerinde “Cennet” olarak geçen yer... Sizin cennetiniz için en değerli kavram ne? Özgürlük mesela? Aslında “Valhalla” Cennet değil de daha çok “Af Evi”. Tabii ki özgürlük, özgür düşünce, özgür olmak benim için çok değerli. Bence hepimiz özgürlüğümüzü önce kendi küçük ailemizden yaratmalıyız. Sonra herkes çevresine ne kadar az kibirle ve sevgiyle yaklaşırsa, ne kadar bağışlayıcı olursa... o yavaş yavaş büyür ve toplumu sarar diye düşünüyorum. Ben sevginin ve bağışlamanın bulaşıcı olduğunu düşünüyorum. Kötülük bizi sürekli kuşatmaya devam etse de, biz bir şekilde başaracağız ve sevgi bunu yenecekmiş gibi geliyor. İnsanlığın da şu andaki krizi bu değil mi zaten ? Kitabınızın kapağını yazan Zülfü Livaneli buna “Batı’nın kibri ile Doğu’nun cehli arasında” diyor... Aynen öyle, aradayız ve biz bir kapıyız. Bütün zaman dilimlerinde bu kapı açılmaya çalışılıyor. Zülfü Livaneli gerçekten kalemine hayranlık duyduğum bir insan. Kelimelerde buluştuk. Daha önce tanışmamıştık, kitabı yolladığımda sağ olsun kabul etti beni. Ve iki hafta sonra da kapaktakileri yazdı. Nasıl mutluyum anlatamam... Kitabı okurken her sahneyi film gibi yaşadım... Mimarlık ve oyunculuk bir araya gelince böyle mi yazılıyor? Doğrusu her sahneyi okuyucuların kafasında canlandırmalarını istedim. Mimarlık okumanın bir katkısı vardır sanırım... Bu kitap zaten aslında bir film senaryosu olarak yazıldı, 10 yıl önce. Şu an tek dilediğim her okuyucunun hayalinde kendi filmini çekmesi. “NİLÜFERİM VE CEM’E... “ Kitapta çok güçlü bir baba olduğu kadar, olağanüstü bilge ve şefkatli bir de anne var... Kim bu kadın? Sizin kendi anneniz mi? Anneniz Nurdan Hanım sizin kahramanınız mı? Tabi herkesin annesi kendisi için kahramandır. Ben aslında anneden bahsederken, genel anlamda kadından da bahsediyorum. Anne; yani kadın vicdanımızı, şefkatimizi ve gerçek sevgiyi temsil ediyor... Eşiniz Nilüfer hanımla böyle bir ilişkiniz mi var? “Nilüferime ve oğlum Cem’e” diye ithaf etmişsiniz kitabınızı... 'Nilüferime', evet, ‘Nilüferime....’ Biz zaten 8 yıldır beraberiz. Cem’le beraber bir imza attık sadece. O zaten benim hayat arkadaşım, hayat eşimdi. O yüzden ‘Nilüferim’ sözü benim için çok önemli. Çok özgür ve güzel bir ilişkimiz var. Hayatı paylaşırken de beraber büyümek, birbirine öğretici olmak ve aynı zamanda da birbirini kabullenmek. Biz bunu başardık. Eşim, çok sıkı bir arkadaşım aynı zamanda. Peki şimdi babalık sizi nasıl değiştirdi? Kimi kimden kıskanacağımı şaşırmış haldeyim! Oğlumu mu anneden, anneyi mi oğlumdan... Aynı zamanda büyük bir yetersizlik duygusu... Babalığı henüz anlayamadım çünkü anneyle öyle bir bağları var ki... ben uzaktaki bir yabancıyım! Ama daha fazla sorumlu hissediyorum... çünkü sorular soracak, bir şekilde rol model almaya çalışacak bizi... o sorulara hazırlıklı olabilmek için daha fazla okuyorum. Kimse hayatlarında yapamadıkları üzerine evlatlarını yetiştirmemeli. Siz sadece kapıyı aralamalısınız. Babanız okudu mu kitabı? Okudu. Ne dedi? Gurur duydu... “UMUT KALSIN İSTERİM.... “ Kimi etkilemek istiyorsunuz? Nasıl bir iz peşindesiniz hayatta ve sanatta? Ben birilerine bir şey söyleyeyim ya da şunları yapayım da herkes peşimden gelsin filan diye yola çıkmadım açıkçası. Kendimi yazarak, oynayarak, sahne üzerinde daha iyi ifade edebildiğimi düşündüm... Kendimi var etmeye çalışıyorum aslında, kendimi ifade etmeye çalışıyorum. Yine de bir duygu, bir fikir kalacak olsa sizden... O ne olurdu? Bir şekilde yaptığım bütün işlerin içinde umut arıyorum. Bu roman da, bu hikaye de öyle... Bütün karamsarlığın ve kötünün içinde bir umut arıyorum ben. Okuyucu da bir nebze o umudu bulabilirse, o mutlu eder beni.