“Tanrı Vermiş Pırasa, Hiç Yenir Mi Yarasa!?” kitabını yazmaya nasıl karar verdiniz? Yüz yılda bir gelen ya da insanlığı yakalayan salgınlardan birisiyle hem de bilim ve teknolojinin her şeyi karşıladığını sandığımız bir ortamda yüz yüze gelince başta insan ilişkileri, ticari ilişkiler, din, aşk akla gelebilecek her türlü kavramın değişmeye başladığı bir ortamda buna tanıklık etmemek imkansızdı. İçerisinde Ayasofya koşusu da var, ondan sonra gündeme gelen birtakım ikiyüzlülükler de. Yani 3 saat uçtuğunuzda bulaşmayan virüs, tiyatro izlemeye giderseniz önünüz, arkanız boş da olsa bulaşıyor. Malazgirt anmasında bulaşmayıp 30 Ağustos kutlamalarında bulaşıyor.
Uca’nın son kitabı çok satanlar listesinde.
SANAYİ DEVRİMİ Çin mutfağıyla ilgili yazdığınız bölüm dikkat çekici.... Çok derinlikli bir kültür, farklı halklar var. Herkes yarasanın budundan kemirmiyor ya da yılan sote yapmıyor kitapta da söylediğim gibi. Sanayi devriminden sonra doğanın işleyişini bozan yapımız, korona virüsünün ortaya çıkışının temel nedenlerinden birisi. Ozon tabakası nasıl delindiyse, Giresun’da nasıl canlar yitirdiysek aynısı bu salgının ortaya çıkmasıydı. İnsan doğasına uymayan her türlü davranış, doğaya her türlü müdahale yeni hastalıklar ve salgınlar getiriyor. Önsözde aile hekimlerinin hastalığa yakalandıktan sonra 14 günlük ücretlerinin kesildiğine vurgu yapıyorsunuz. Bunu öğrendiğinizde hissettiklerinizi öğrenebilir miyim? Kandırılmış gibi hissettim. Çünkü 3 gün beraber cama çıkıp alkışladığımız hekimler canla başla çalışırken, bu virüsle yüz yüze kalıp bu hastalığa yakalanma ihtimalleri ortaya çıktığında, 14 günlük karantina süresince onların hak edişlerinin kesilmesi bugüne kadar gördüğümüz iki yüzlülüklerin en önemlilerinden biriydi. Sağlık çalışanlarından 60’a yakın şehit var. Bu kitabı aslında sağlık ordusu çalışanlarından ilk yitirdiklerimize de ithaf etmiş oldum. Yaşar Kemal'in “Hayat umutsuzluktan umut yaratmaktır” sözüne de atıf yapıyorsunuz. Siz nasıl umudunuzu taze tuttunuz bu süreçte? Ülkemi, insanını tanımak onlarla beraber yaşadığımız değişimi anlamlandırmak ve adlandırmak adına inanılmaz bir gözlem süreciydi. Evde kaldığım günleri bir hapis olarak değil, kendimce eksik olduğuna inandığım birçok şeyi tamamlamak adına değerlendirdim. Bir yandan da şunu gördüm; 12 milyonu aşkın insan ne yazık ki sokağa çıkmak ve çalışmak zorundaydı. Luppo mesela hayatımıza girdi. Luppo’yu hayatımıza sokan kişiyle dalga geçtiğini zannedenler o kişinin aslında günlük çalışarak para kazandığını ve 2 saat kala sokağa çıkma yasağı ilan edilince aç kalmamak için aldığını düşünmediler. Kapıda 3 saat torbaları beklettiğimiz günlerden şimdi hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettiğimiz günlere geçtik. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başlamamız da bu insanların tarihteki aptallıklarının bir devamının göstergesi. Komplo teorileriyle akıl karıştırmak yerine yapılacak bir tek şey var, bilim insanları ne diyorsa, hekimler ne diyorsa ona özen göstermek. Her salgın döneminde din sarsılmış, yerleşik değerler sarsılmış, yine öyle oldu. Tek başına dua okuyan papadan, kentlerin üzerinden kutsal su atmaya çalışan tuhaf Ortodoks rahiplere, işte oradan bizim VIP namaza uzanan bir süreç… Din profesyonellerinin hayatımızdaki yerini sorgulamak adına da çok önemli bir işlevi oldu bu pandeminin… Kahraman hekimlerimizi yetiştiren Cumhuriyet eğitiminin önemini de anladık bu süreçte değil mi? Bu, bizi borçlandıran ve plansız yapılan şehir hastanelerinin değil cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren tıp eğitime verilen önemin işareti bence. 1940’lı yıllarda yer alan hekimler, bugünkü profesörlerimizin hocalarının hocalarını yetiştiren kesim. Aydınlanmanın 2. kuşağında da bunun etkisi var.