GÖKMEN ULU İletişim ve medya çalışmalarıyla aşina olduğumuz size klişe soruyla başlayacağım. Niçin roman? Ben yazı hayatına edebiyatçı olarak başladım. Çocukluk yıllarımda, ilk gençlik yıllarımda Bursa'da yerel gazetelerde şiirlerim, hikayelerim ve denemelerim yayınlandı, sonra da bu bir süre devam etti. 1960'lı yılların başlarında Türkiye'de yayınlanan pek çok edebiyat dergisinde kısa hikayelerim çıktı, öykülerim çıktı ama hayatın rüzgarları sonra beni alıp oradan çok uzaklara taşıdı. Önce hukuk öğrenimi yaptım. Amerika'da kitle iletişimi üzerine doktora yaptım. Sonra kendimizi önce TRT'de, sonra Bab-ı Ali'de büyük fırtınalarla ve dalgalarla boğuşur bulduk. Bu arada edebiyattan hiçbir zaman vazgeçmedim. Hani denizde dalgalarla boğuşan bir insanın aklının gerisinde bir takım hayalleri varmış gibi günün birinde edebiyata geri dönme hayalleri kurdum. Bozcaada’ya kısmen yerleşmiş olmam son 30 sene içinde bu yönde bana daha da cesaret verdi. Önce şiirle başladım. Derken ‘niye roman olmasın, niye romanı denemiyorum’ diye kendi kendime sormaya başladım. 'Bab-ı Ali'de cinayet, gazeteciyi kim öldürdü?' kitabını yazdım. Aslında senaryo olarak yazılmıştı. Sonra onu romana dönüştürdüm. O kadar olumlu bir tepki aldım, o kadar çok güzel şeyler duydum ki, romana devam etmenin bir çeşit borç olduğu sonucuna vardım. Zaten okurlarımın pek çoğu 'Hocam ikincisini ne zaman yazacaksınız' diye soruyorlardı. Ve oturdum, işte bu ikincisini yazdım. Böylece hayatımın üçüncü evresinde romana ulaşmış oldum. Nedir hayatınızın üç evresi? 1- Gazetecilik. 2- Akademisyenlik. (Bunların ikisi üst üste örtüşür.) 3- Genç ve geç bir romancı olarak hayata devam etmek. MİTOLOJİ BİZİM MİTOLOJİMİZ “Ada” romanınızı nasıl yazdığınızı ve ilham kaynaklarınızı anlatır mısınız? Biz gazeteciler gittiğimiz yerleri araştırma ve inceleme gibi fena huyları olan bir millete dairiz. Ama bir de akademisyenlik tarafımı katmam gerek. Bozcada'ya geldiğim günden itibaren aynı zamanda bir Bozcaada öğrencisi haline dönüştüm. Bozcaada öğrencisi olmak aynı zamanda antik çağ tarihi öğrencisi olmak demek. Homeros öğrencisi, Troya öğrencisi, Çanakkale Savaşı öğrencisi olmak demek. Öyle bir coğrafya ki adeta etraftan bilgiler sizin üzerinize atlıyor. Böylece Bozcaada'da sıradan bir yer gibi yaşamadım. Ben Bozcada'da hep özel bir yerde olduğumu hissederek yaşadım. Göztepe’ye çıktığımda öyle bakıyorum, gözlerimin önünde yaşandı hepsi. 4-bozcaadaya-gelen-megan-foxa-truvayi-anlatirken Nitekim geçenlerde ünlü Hollywood yıldızı Megan Fox Bozcaada’ya geldiğinde onu tepeye çıkardınız. Troya Savaşı’yla ilgili bir belgesel yapmak üzere Bozcaada'ya benimle konuşmaya geldiğinde ona dedim ki, 'Size Göztepe'den göstermem lazım Troya Savaşı’nın kabartma haritasını.' Çünkü biz tam ona merkezden bakan bir yerdeyiz. “Ada”da Susurluk dönemi Türkiye’sinden, romanın ana karakteri Deniz için bir sığınak mı, tuzak mı olacağı merak edilen Bozcaada’ya uzanıyorsunuz. Biliyorsun ben 10 yıl bir süreyle sevgili Uğur Dündar'la beraber çalıştım ve Arena programının editörlüğünü yaptım. O süre içinde yüzlerce program yaparak Türkiye' de işte bu romandaki Kamil Bey gibi, Feri gibi, Tuğrul Bakan gibi, Aga Bey gibi ülkeyi soymayı kendisine görev sayan insanların peşindeydik. Yani alt yapım vardı, bilgim vardı. Çok iyi bildiğim Bozcada ile çok iyi bildiğim bir İstanbul'u bir zıtlaşma içinde yan yana koymak benim için kolay oldu. Buna çok iyi bildiğiniz mitolojiyi de eklediniz. Tabii, mitoloji bizim mitolojimiz, yani farkında olmadığımız şey Ege mitolojisi. BU ÖYKÜLER BİZİM ORTAK KÜLTÜRÜMÜZ Yunan Mitolojisi söylemi yerine Ege Mitolojisi saptamanızı çok değerli buluyorum hocam... Bu konularda milliyetçilik olmaz. Evrensel bir benimseme, paylaşma olması gerekir. Bunun içinde Mezopotamya’dan gelen öğeler vardır. Hititler bunları almış, yerleştirmişlerdir. Mısır’dan gelen öğeler vardır. Doğrudan doğruya bu topraklarda yaşanan öğeler vardır. Truva Savaşı sırasında Luviler var, biliyorsun Hititler’in uzantısı. Yani Yunanlı değil, Yunanca konuşmuyorlar. Bunu ‘onlar-biz’ ayrıma girmeden söylüyorum. Bu öyküler bu topraklarda yaşayan bizim ortak bir öykümüz. Yani benim şu anda da penceremden baktığımda gördüğüm yer. Bu toprakların öykülerini anlamadan, bilmeden bizim bu toprakları sevebilmemiz mümkün değildir. Sevdiklerini söyleyenler yalan söylüyorlardır. O yüzden ben diyorum ki, Türkiye'yi seven, Türkiye'de yaşamayı seçmiş bir insan olarak bu topraklarda yaşanmış olan her şey beni yakından ilgilendiriyor. Ben bunları öğrenmekle yükümlüyüm. Ve ayrıca bu topraklarda yaşanmış olan her şey beni ben yapıyor. Çok zengin bir kültür birikiminin üzerinde yaşıyoruz. Ben de ondan yararlanmak, bunu bir şans olarak değerlendirmek istiyorum. Doğu ve Batı kavramlarından söz ederiz de ayrım noktasını bilmeyiz. Doğu - Batı sınır çizgisi Troya'dan, Tenes’in Bozcaada'sından mı geçiyor sizce? Bu varsayımsal bir çizgi. Homeros ile başlıyor bu ayrım. Bir tarafta Troylar, bir tarafta Grekler. Daha sonra devam ediyor; bir tarafta Persler, bir tarafta Romalılar. Bir tarafta Hristiyanlar, bir tarafta Müslümanlar. Böyle bir varsayımsal çizgi adeta tarihin belirleyicisi olarak bizim karşımıza çıkmıştır. Günümüze kadar süregeliyor. 1-gokmen-haluk-hoca TROYA YARASI KANAMAYA DEVAM EDİYOR Çanakkale Zaferi’nden sonra Mustafa Kemal’in “Hektor’un intikamını aldık” sözleri tarihsel Doğu – Batı çatışmasına bir atıf mıdır? Daha öncesi de var. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul’u aldığında Hektor'un intikamını aldığı yönünde sözler söylediğini onun Rum kökenli saray tarihçisi yazmıştır. Çanakkale Savaşı’nda müttefikler Boğaz’ı aşmak için saldırdıklarında gemilerinden bir tanesinin adı Agamemnon. Yunan cengaverlerinin isimlerini yazmışlar. Mustafa Kemal'in de Hektor vurgusu boşuna değil. “Ada”da Gülderen’in Deniz’e dediği gibi, hala yanıyor mu Troya? Troya medeniyetin en ileri noktasındaydı. Oradan bir yara açıldı. Ve o yara hala kanamaya devam ediyor. Türkiye Avrupa Birliği’ne başvurduğunda Türkiye'ye karşı üretilen şeylerin birçoğu ta Homeros'taki gerekçelere kadar gidebilir. Çünkü ne diyordu orada Grekler, 'Ötekiler barbardır.' 2 binli yıllara geldiğimizde siz gelemezsinizin gerekçesi neydi? ‘Siz bizden farklısınız.’ Dünyanın ve Türkiye'nin bunu aşması gerekiyor. ‘Nasıl aşılır’ arayışına, önce ‘biz nereye aitiz’ sorusuyla başlayarak cevap arayalım mı? Bizler ne tam olarak Doğu’ya aitiz, ne tam olarak Batı’ya aitiz. Biz ikisinin ortasındayız. O yüzden biz farklıyız. O yüzden biz kendi sentezimizi geliştirmekle yükümlüyüz. Batı’ya gittik, 40 sene bekledik, ne oldu? Almadılar. Doğu’ya gittik, ne oldu? Bütün kapılar yine suratımıza kapandı. Çünkü ne tam olarak birine, ne tam olarak ötekine aitiz. Biz o yüzden Türkiye'de özgün evrensel sentezimizi geliştirmekle yükümlüyüz. İşte bu noktada Atatürk’ün dehası bir kez daha çıkıyor ortaya. O Cumhuriyet’i kurarken, aydınlanma devrimleriyle birlikte bunun üzerinde çalıştı. Mustafa Kemal'in Anadolu tarihine bu kadar önem vermesi, ta Sümerler’i, Hititler’i, diğerlerini en yakından incelemek durumunda hissetmesinin sebebi budur. Biz artık buraların sahibiyiz. O yüzden buraların öykülerine sahip çıkmak zorundayız. YERLİ VE MİLLİ AMA EVRENSEL OLMALIYIZ Bugün ne yapmalıyız? Şimdi çok moda olduğu gibi yerli ve milli, ama aynı zamanda evrensel olmalıyız. Bunun en güzel örneği Fazıl Say'dır. Fazıl Say hem yerlidir, buraya aittir. Hem millidir, bizim seslerimizi dile getirmektedir. Hem de evrenseldir. Dünyanın bütün müzik otoriterleri ona saygı göstermektedir. Sizin romanınızda da tam manasıyla bu anlayışı görüyoruz. “Ada”da matematik profesörü Deniz'in serüvenine odaklanırken hayatının mitolojik öykülerle benzerliği çok şaşırtıcı ve etkileyici biçimde karşımıza çıkıyor. Bu mümkün olabilir mi? Bir hayat, daha önce yaşanmış bir başka hayata bu kadar benzeyebilir mi? İnsan hayatı o kadar orijinal değil Gökmenciğim. Gençken herkes kendi hayatının ve başkalarının hayatlarının çok özgün olduğunu beyan ediyor. Fakat zaman ilerledikçe görüyorsunuz ki, insan türünün belirli zaafları var. Bunlar kıskançlık, ihanet, hırs, tamahkarlık gibi, fıtrattan ileri gelen ve bir türlü tedavi edilemeyen kusurlar. Bunları dinler de tedavi edememiş, ideolojiler de tedavi edememiş. Etse etse sanat belki onları kısmen kontrol altına alabilir. Homeros’un M.Ö. sekizinci yüzyılda yazdıklarında bize öğrettiği en önemli şeylerden biri bu. 3 bin yıl öncesinde de korkudan, ihanetten, sevgiden, cesaretten, kahramanlıktan söz ediyorduk, şimdi de. Acaba Tenes’in yaşadıklarının benzerleri günümüzde yaşanmıyor mu? Aileler içinde bu türden skandallar yok mu? Üvey analarla ailenin diğer fertleri arasında büyük çatışmalar çıkmıyor mu ? Soygunlar yaşanmıyor mu? Kötü kalpli Akhilleus gibi mafya babalarını günümüzde görmüyor muyuz diye düşündüm. O bakımdan çok da özgün değiliz. Tenes ile Deniz arasında zaman olarak 3 bin yıllık mesafe var ama kişilik olarak aralarında 30 günlük mesafe bile yoktur diyebilirim. HAYAT DEĞİŞİM ÜZERİNE KURULMUŞTUR Kitapta hayranlık uyandıran arkeolog Gülderen’in ortaya çıkmasıyla beraber şu soru geliyor akıllara: Aşk yazgıyı değiştirebilir mi? Helen'nin hikayesini düşün. Hani Paris ziyaretine gidiyor. Birbirlerine tutuluyorlar. Helen kocası Kral Menelaos’u terkedip Troya’ya geliyor. Buradan yola çıkarak ne romanlar yazabilirsiniz, ne filmler yapabilirsiniz değil mi? “Ada”da Gülderen tepeden atıyor kendini aşka doğru. Devamını söylemiyorum okurlara, sonrası kitapta. Romanınız bu karamsarlık döneminde iyi geldi. Roman okuyan kesim -ki çoğu kadın, çoğu iyi eğitimli ve çoğu solda- 24 Haziran seçimlerinden sonra ağır bir depresyona girdi. Şu sinyali alıyorum: Bu kesim yavaş yavaş romanımı keşfediyor, okuyor ve depresyon dağılmaya başlıyor. Görüyoruz ki adalar var ve gene görüyoruz ki hayat aslında değişim üzerine kurulmuştur. Ve önemli olan o bir şansı iyi kullanmaktır. Bak romanda Deniz o şansı iyi kullanmadı ne oldu ? 7-gokmen-haluk-hoca Hocam bu nefis romanınızın bir sinema filmi olmasını ister misiniz? “Ada”nın beyaz perdeye aktarılması için tekliflere açık mısınız? Talipleri var. Dünyanın yetişen genç ve yetenekli yönetmenlerinden birinin Emre Şahin olduğu söyleniyor. Ve Emre Şahin de ‘Bu hikaye benim’ dedi. ROMAN YAZMAK ÖRGÜ ÖRMEK GİBİ BİR ŞEY Romana devam dediniz. Üçüncü romanınızın konusu belli mi? Roman yazmak örgü örmek gibi bir şey. Siz ne yapmak istediğinizi kaba taslak görüyorsunuz. Sonra bu sürekli araştırma gerektiren bir şey. Bu roman şu anda insanlığın karşısında duran en önemli soruya yanıt arayan bir roman olacak. O büyük soru şudur: Kitleler nasıl oluyor da bu kadar kolay kandırılabiliyor? Homeros ödülüne değer görüldünüz. Ne hissediyorsunuz? Biz bu etkinliğe 2001 yılında Troya Kazı Heyeti Başkanı Profesör Doktor Manfred Osman Korfmann ve can dostum Şair Kemal Çapan’la beraber başlamıştık. Osman bey bizi 2006 yılında terketti, başka bir dünyaya göçtü. Biz Kemal Çapan’la beraber bunu sürdürmeye devam ettik. Türkiye'de 17 yıldır süren bir edebi etkinlik hakikaten çok az var. Ödül, değer görülenlerin hayat boyu çalışmalarına verilmiştir. Büyük bir onurdur. Benim için çok anlamlı bir ödüldür. Çünkü Yaşar Kemal gibi bir usta bunu almış, başka yine çok önem verdiğim başka insanlarda bunu almışlar. Ne mutlu bana diyorum.