Episode'a konuşan ikilinin açıklamaları şöyle: Nasıl gidiyor hayat bu ara ya da set dışında bir hayatınız var mı, neler yapıyorsunuz? Hazal: Set dışında ciddi bir hayatımız yok tabii ama keyfimiz yerinde, iyiyiz. Burak: İyiyiz. Hazal’ın dediği gibi set dışında, ki o benden daha çok çalışıyor, bir şey yapamıyoruz; mesela bugün ve yarın tatil, ya hızlı bir plan yapıp iki günü değerlendirmek adına bir yerlere gidiyorsun ya da yapacak bir şey bulamayıp evden çıkmıyorsun. Hepsini yapamayacaksam hiçbir şey yapmayayım diye düşünüyorsun. Hazal: Bunun altına da ben imza atacağım. İkiniz de erken yaşta set hayatına başladınız. Kaç yaşındaydınız? Hazal: 16 Burak: 17 Nasıl geçti setlerde ergenlik? Burak: Ağlama sahnelerinde çok işime yarıyordu. Hazal: Çok zordu. 16 yaşın altını bilmiyorum mesela, şimdi bizim sette Alp’le Zeynep var. Burak: Gayet memnun gözüküyorlar. Hazal: Evet, çünkü bizim set ortamımız çok eğlenceli, çok mutlular. Biz de abla-ağabey gibi olduk. Reklam setlerine 14-15 yaşlarında başladım. Bir sürü buhran yaşıyorsun, hormonlarına mukayyet olamıyorsun ama yapman gereken çok ciddi bir iş var, disiplinli olmak zorundasın. 17-18 yaşlarındayken arkadaşlarım dışarı çıkıyordu, hiçbir zaman öyle bir vaktim olmadı. Toplu fotoğraflarda yokum mesela, ona çok üzülürüm. Üstelik kendinle başa çıkamazken bu işi yapmanın getirileriyle baş etmek çok zor. Burak: Benim durumum Hazal’dan farklı; İzmit’te büyüdüm, buraya gelmek benim için heyecan vericiydi. Burada yalnızım duygusu olmadı bende pek. Annem sağ olsun, beni hep dışarı yollardı, izcilik yaptım. Özgür bir adamdım. Buraya geldiğimde sektör, dizi işleri, İstanbul, yeni insanlar beni çok açtı, çok hoşuma gitti. Sadece ilk diziden sonra 5 aylık bir boşluk oldu, onun dışında hep çalıştım. O yüzden nasıl geçtiğini anlamadım diyebilirim. Hazal: Enteresan bir psikoloji yaratıyor. Sürekli sette olduğum için bir şeyleri mi kaçırıyorum hissi oluyor, o çok zorlayıcı, özellikle ergenlikte. Oyuncu olmak çok istediğim bir şeydi. O kadar da renkli olmadığını, çileli olduğunu görmek, onunla yüzleşmek çok zordu... hazal Türkiye’de genç kuşağa dahilsiniz, sizi de gençler izliyor. Burada yaşamak nasıl hissettiriyor? Hazal: Geçtiğimiz yıl bu zamanlarda, 1 Ocak’ta Reina katliamı oldu. Bir dönem her yerde patlamalar oluyordu, şimdi her gün çocuklara, hayvanlara yapılan eziyetlere şahit oluyoruz. Esas mesele toplumsal anksiyete; birbirimize bakışımız değişti, birbirimizden korkar olduk. “Düt!” diyemiyorsun arabayla giderken, çıkıp bana bir şey yapar mı diye... Burak: Herkes her şeye çok alınıyor. Trafikte bir şey yaşandığında, göz göze geldiğinizde hemen tartışmaya başlıyorsunuz. Bu, bir arabanın öne geçme mevzusu ya da arabanın yanlış hamle yapması değil, hemen kişisel algılanıyor. Kadın cinayetleri, taciz vakaları... Avrupa’da böyle şeyler olduğunda çok üzülüyorlar, büyütüyorlar mevzuyu çünkü yok. Burada öyle değil; akşam açıyorsun, geçiyorsun haberi, duygusuz olduğundan değil, evrildiğinden. Kabuk bağlamış artık, elinde değil. Seni üzmediğinden değil, duymak istemiyorsun. Türkiye’de oyuncu olmak nasıl? Burak: Yorucu. Hazal: Ünlülerle ilgili yaratılmaya çalışılan bir imaj var; aslında biz burada, bu şartlarla yaşamıyormuşuz ve sırça köşklerimiz varmış gibi. Aslında bizim de bir sürü derdimiz var, biz de insanız gibi saçma bir şey söylemek istemiyorum ama yok sayılıyor bizim varlığımız, hissettiklerimiz, düşündüklerimiz, yaşıyor olabileceklerimiz. Mesela anksiyete hastalığımla ilgili bir açıklama yapıyorum, 'Adele’in hastalığı' diye başlık atıyor bir gazete, aslında bütün ülkenin, bütün dünyanın anksiyete hastası olduğunu yok sayıyor. Seni başka bir yere, 'ünlüler dünyasına' konumlandırmak istiyor. Dünyada on yıllardır görülmemiş bir kriz yaşanıyor, dünya anksiyete hastası, anksiyete = kaygı bozukluğu. Her an endişeliyiz; tam olarak neden kaygı duymamız gerektiğini bilmiyoruz sadece kaygı duyuyoruz. Benim bunu söyleme sebebim şuydu: Yalnız değilsiniz! Bir atak geçiriyorsan sorun yok, ben de yaşıyorum, yalnız değilsin! Bizim söylediklerimiz, söylemeye çalıştıklarımız hep yüzeyselleştirilmeye çalışılıyor. Bu, çok rahatsız edici. Hollywood taciz açıklamalarıyla çalkalanıyor. Türkiye’de bunları konuşmak bile çok güç hâlâ, burada da yaşanan sorunlar var belli ki ama neden konuşulmuyor? Hazal: Kadın meselesi bizde yeni yeni konuşuluyor. Taciz skandallarından önce Amerikalı, şunu konuşuyordu: Kadın odaklı senaryolar yazılmıyor. Merly Streep bile, "Ben ki adına en çok iş yazılan kadınım, neden başka kadın oyuncu göremiyorum, çok iyi oyuncularımız var 30 yaş üstü, ne yapıyorsunuz?" dedi. Bu konular orada bambaşka bir sürece girdi. Biz kadının varlığını, şiddet gördüğünü, tacize uğradığını henüz konuşmaya başladık. Dolayısıyla katedeceğimiz çok yol var. Bu noktada az önce bahsettiğim, oyuncuları küçümseme, bir kalıba, yüksek bir yere koyup yok sayma, sizin ne derdiniz var durumu bu konuların bizim üzerimizden tartışılmasını etkiliyor. Biz bu konuda bir şeyler söylediğimizde ciddiye alınmamızı engelliyor. Halbuki çok önemli bir şey söylüyor olabilirim ya da yaşıtım bir kadın oyuncu bambaşka bir şey söylüyor olabilir. Burak: Yanlışsam söyle; sanırım kadını kadın, erkeği erkek gibi izlemek istiyor. Sen kadına bir güç verdiğinde inandırıcı gelmiyor ona. Ne kadar acınası bir durum bu. Hazal: Öyle olduğunu düşünüyordum ben de bizim işe kadar. Ama Filiz’in güçlü durması, babasına karşı çıkması, sadece yalan söylediği için adamı terk etmesi... Bizim işin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Kadın dizisini de yapıyor Medyapım, orada da bir kadın ve iki çocuğun hikâyesini anlatıyor. Türkiye gibi bir yerde, çok fakir bir mahallede, “başında erkek olmayan” kadın olmak... İki işte de böyle bir durum var, ikisi de çok izleniyor. Anne vardı geçen sene. Bir kadın, eziyet gören bir kızı kurtarıp ona annelik yapıyor. Ufak Tefek Cinayetler, dört farklı kadını, bambaşka bir dünyayı anlatıyor. Hep bir erkek üzerinden anlatıldı kadınlar; bir erkek yüzünden ya da bir erkek sayesinde... Şimdi kadına döndük ve izleniyor işte. Daha önce arz edilmediği için talep görüp görmeyeceği bilinmiyordu sadece. Burak: Karar verenin hep erkekmiş gibi lanse edilmesi bir erkek olarak beni inanılmaz rahatsız ediyor. Bu biraz toplumsal dinamiklerle de ilgili. Feminizm yükseldiğinde Nothing Hill gibi, kadının star olduğu filmler çekilmesi mümkün olacak. Biz ülke olarak süreçten geçiyoruz. Hazal: Big Little Lies, tamamen kadınların toplumdaki algısını işleyen bir dizi, Emmy’de ödülleri topladı. The Handmaid’s Tale bir kadın distopyası, korkunç bir şey, erkekler inanılmaz rahatsız oluyor izlemekten, ödüller alıyor. Wonder Woman, bir anda gişe rekorları kırdı. Oluyormuş demek. burak Sette durumlar nasıl? Burak: Herkes kendi işini yapıyor bizim sette, herkes birbirine saygılı. Hazal: O yüzden tıkır tıkır gidiyor. Bizim sette daha üçüncü günde bir kaynaşma oldu. Biri bir şey mi unuttu, öbürü tamamlıyor. Egonun lafını etmeden yapıyor. İş öyle yürüdüğü ve biz de tam olarak öyle bir dizi çektiğimiz için her şey klik oldu. İnsanlar bizim işimizi izlemekten çok mutlu oluyor, çok samimi buluyor, bütün sebebi bu. O gün çok kötü uyandıysam, kendimden ve hayattan nefret ediyorsam biliyorum ki sete geleceğim, Burak beni çok güldürecek ve bir şekilde halledeceğiz. Yağız gelecek, bir şey diyecek, çok mutlu olacağım; Nejat gelecek halimi hatırımı soracak, yönetmen Serdar, yönetmen yardımcısı Selin gelecek... Mutlaka sete gittiğimde toparlayacağımı biliyorum, bu çok büyük bir lüks. Burak: Burada oyunculara çok iş düşüyor. Set ekibi zaten yapması gerekeni yapıyor. Ben aksini görmedim, herkes yaptığı işten memnun ya da memnun olmayanın da yaptığı işten değil memnuniyetsizliği. Bir ışıkçı amca mesela, öyle bir çalışıyor ki ona bakarken rahatlıyorsun. Bu, parayla ilgili değil. Bizde herkes işinin farkında, işin gereklerini yapıyor, işte bu noktada da oyunculara iş düşüyor. Kişisel hikâyelerinize dönelim. Tek çocuk olmak nasıl? Hazal: Burak’la daha yeni konuştuk bunu. Burak: Fark ettiğim bir şey oldu; tek çocuk olmanın getirdiği bir bencillik var, ne yaparsan yap. Ufakken oyuncak sadece sana alınıyor, bir şey yiyorsun sadece sen yiyorsun. Ben bir de ilk çocuk, ilk torundum. Hazal: Ben de öyle. Burak: İşte hep sana hep sana olunca, büyüdüğünde bütün devreler bozuluyor. Fedakâr, vicdanlı bir insanım; o konuda sıkıntı yok ama kardeş olunca paylaşımı ufakken öğreniyorsun. Paylaşımı o zaman öğrenmeyip bugüne oturtmaya çalıştığında başka bir şeye dönüşüyor. Daha korkak, daha tedirgin oluyorsun. Ben bir abi isterdim. Hazal: Ben de bir abla/ağabey çok isterdim, bir büyüğün olmasını istiyorsun. Bende de tam tersi daha paylaşımcı, daha açık, yakın ilişki kurmaya çok aç oluyorsun. Burak: Hazal’ın da öyle gelişmiş mesela, benim de: Arkadaşlarım, kardeşimdir. Kardeşi olan bir tanıdığım var mesela, hiç oralarda değil. Bense hepsi için, böbreğini ver dese veririm. Hazal: Bizim aramızda gelişti öyle bir şey. Sinirleniyor Burak mesela, ben onu korumak istiyorum, üzülüyorum. Yağızcan bir şeye üzülüyor, üzülmesin diyorum, çok yakın arkadaş olduk bir anda onunla da. Çevrene, arkadaşlarına karşı ekstrem bir kardeşlik ve tuhaf bir aşkın, bağın oluyor. Ağabeyin ya da kardeşin varsa arkadaşlar ikinci planda kalabiliyor. Burak: Gerek olmuyor demek; istediği diyaloğu kardeşleriyle kurmuşsa hallediyor zaten. Tek çocuk olmanın getirdiği başka şeyler var, daha net kararlar alabiliyorum, daha net girebiliyorum mevzuya. Hazal: Ben çok yalnız hissediyorum, yalnız kalıyorsun bir şekilde. Seninle aynı evde büyümüş, seninle aynı şeyleri hisseden birinin olması daha farklı. Biraz sinemadan bahsedelim. Bağımsız bir film çekmişsin... Burak: Mu Tunç, işin yönetmeni, çok sevdiğim ve çok farklı bakış açılarına sahip bir arkadaşım. Büşra’yla çalıştık, çekimler iki haftada bitti. Zorlu ama çok keyifliydi. Konusundan bahseder misin? Burak: Punkçı bir çocuk var. Filmde tam bir tarih yok; ama babasının başarılı bir solist olduğu dönemde darbe yaşanıyor ve adam, sahneden inmek zorunda kalıyor. Bu, karakteri çok etkileyen bir hadise. Dahası çocuk, yaptığı müziğin anlaşılmadığı kaygısını yaşarken ortaya bir bilet çıkıyor, bir Kaliforniya bileti. Biletin peşindeki 1 gününü anlatıyor film. Kız arkadaşıyla o gün içinde yaşadıklarını konu alıyor. Kısaca aşk, darbe, punk! Şu an ne durumda peki? Burak: Film bitti, festivallerle görüşülüyor. Kabul edildiği festivaller var, bakacağız. Yüzde yüz başarıya ulaştı mı dersen, film çok çok daha iyi çekilebilirdi. Ama çok düşük bütçeli, çok kendi aramızda bir film oldu. Ama alçakgönüllü olamayacağım, yurtdışında izleyenler, “Türkiye’de böyle bir şey var mıydı, yapılıyor mu?” diyormuş. Filmle ilgili beni en çok mutlu eden şey, böyle bir işin içinde yer almış olmak. Sahne konusunda beni çok özgür bıraktı Mu Tunç. Bir punk konseri sahnemiz var, bunca zamandır oyunculuk yapıyorum, ilk defa kendimi kaybettiğimi anladığım bir andı o.