İçinde bulunduğumuz Kasım ayı deneyimli oyuncu Yetkin Dikinciler için oldukça özel bir ay... Dikinciler'in rol aldığı iki film vizyonda izleyicilerle buluşuyor. Birisi efsane halterci Naim Süleymanoğlu'nu anlatan "Cep Herkülü: Naim", diğeri Nazım Hikmet'i canlandırdığı "Merhaba Güzel Vatanım"... Dikinciler, aynı zamanda Halikarnas Balıkçısı'nın Bodrum sürgününü anlatan "Mavi Sürgün"de de yer alıyor. Mültecilik, göçmenlik gibi olguların dünya gündeminin ilk sırasında yer aldığı şu zamanlarda, düşündüklerinden ötürü yerlerinden, yurtlarından edilen insanlara temas eden Dikinciler'i Kayıt Dışı'nda ağırladık... Bundan 2 yıl önce Naim Süleymanoğlu'nu kaybettik. Spor tarihinin gelmiş geçmiş en efsane isimlerinden birisiydi Naim. Sizin için nasıl bir figür? Çocukluk ve ilk gençliğim kahramanlarından biri... Önce halterle hayatımıza girdiği için, onu sportif bir kahraman zannediyoruz ama bütün bunların ötesinde, halterin de çok daha ağırını kaldırmış birisiyle karşı karşıyayız. Bu filmin hayalini kurarken de eminim, "Bir Naim nasıl olunur, Naim olmak ne demektir, Naim nasıl yaşar ve Naim nasıl ölmez"in filmi... İnsanlar yol ayrılmarında kaderle bir yerlere kanalize olurlar. Bazen tavsiye ile bazen eş dost itmesiyle bazen içlerinden gelen sesle... Çok kişilik için kendi hayallerinin peşinden koşmak mümkün olmayabilir ama içine düştüğümüz şeyde de, istediğimiz hayatın hayalini kurmak mümkündür. Naim, belki biraz itilmeyle, yaşadığı o dönemdeki coğrafyada ve zaman diliminde, spor ile halter çok önemli bir branş olduğu için bunun içine bulmuş kendisini... Onun içinde de kendini bulmayı ve var etmeyi başarmış birisidir Naim. Bunun için de örnektir. Bu yüzden de sportif kahraman olmanın ötesinde hepimizin belleklerinde yaşattığı başarılarla, müsabakalardaki dramatik anlarla, daha da önemlisi sporu tek başına bir amaç olarak değil de, insanların, yaşadığı çevrenin ve insanlığın bir aracı olarak kullanması erişilmez bir kahraman yapıyor kendisini. Kırdığı rekorların da ötesinde... Hayata karşı bir duruş temsil ediyor aslında... Çok haklısın... "NAİM SADECE KİLOGRAM OLARAK REKOR KIRMIYOR..." 2019 Kasım'ı sizin için çok özel olsa gerek. Hem Cep Herkülü: Naim, hem de Merhaba Güzel Vatanım ile izleyicilerin karşısındasınız. Daha önce aynı anda vizyonda olan iki filminiz olmuş muydu? Hatırlamıyorum. Bir de ben şöyle yaşıyorum; oynadığım filmlerin, tiyatro oyunlarının, dizilerinin görüntüleri ile ilgili arşivci değilim. Benim yüreğimde bıraktığı izler önemli. Ben aslında görünürlülük için yapmıyorum, o süreci yaşamak için yapıyorum. Dolayısıyla denk gelmiş olabilir bilmiyorum ama, bu ay gerçekten önemli. Çünkü benim hayatımda biyografilerin ayrı bir önemi var. Bir Nazım Hikmet canlandırdığım bir ay... Bir de efsane sporcumuz Naim'in babası Süleyman Süleymanoğlu'nu canlandırdığım bir film de aynı ay vizyona girdi. Benim için özel bir ay, haklısın. Canlandırdığınız Nazım Hikmet, Türkiye'den Rusya'ya sürgüne giden bir isim. Naim Süleymanoğlu, Bulgaristan'da Türklere karşı yapılan baskı sonucunda Türkiye'ye gelen bir isim. Mavi Sürgün gösteriniz var, orada da Halikarnas Balıkçısı Bodrum'a sürgün ediliyor. Sürgünlerde duruş sergileyen figürlerle iç içesiniz. Günümüzde de mülteci sorunu çok önemli. Bu konuyla ilgili 3 isim ne söylüyor bize? Hepsi ayrı ayrı ortak bir şeyi dile getiriyorlar. Sürgün, aslında yaşamak istediği gibi yaşayamayan ya da yaşadığı döneme ve genel büyük akıma aykırı olan insanların başına gelen şey. Bunlar bir adi bir suça karışmasalar da, genel geçer değerlerin, yaşadıkları dönemin hakim kültürünün dışında bir şey söylüyorlar. O yüzden biraz ötelenirler, itilirler... Ama onlar sürgünü bir ceza olarak değil de mücadelenin yeni bir alanı olarak görürler. Bu 3 figür de bunu yaptı. Küllerinden doğdu adeta. Nazım'dan başlarsak, "Vatan haini" diye sürgün edildi. Yıllarca da öyle yaşadı. Basında hakim kültürler dendi ki, "Nazım Hikmet, vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Ama kendi sözü var, "Zaman kimin vatansever, kimin vatan haini olduğunu ortaya koyacaktır" diye. Cevat Şakir, Mavi Sürgün'de İstiklal Mahkemeleri tarafından aslında yazdıkları yüzünden ceza almış birisi. Hatta ceza almasına sebep olan öykünün sonunu kendisi yazmıyor. Zekeriya Sertel ekliyor... Evet... Dolayısıyla bütün bunların içinde izah etmekle uğraşmak yerine, başına geleni, kendi kurduğu hayallerin peşinden giderek yaşamaya devam ediyor bu insanlar. Kendilerini var ediyorlar. Bir coğrafyayı da var ediyorlar. İkinci aşamada Cevat Şakir'e gelirsek, Bodrum'u Bodrum yapan figürdür. Halikarnas Balıkçısı olarak devam ediyor hayatına. Üçüncü aşama ve asıl gündemimiz olan Naim Süleymanoğlu da öyle bir kaldırıyor ki halteri, sadece kilogram olarak bir rekor kırmıyor. İşin içine yaşadığı toplumu ıskalamayan bir insan hakları boyutu da katıyor. Şu mesajı bize alttan alta vermiş oluyor, senin de dediğin gibi: Her şeysiz yaşanabilir ama kimliksiz yaşanamaz... Tabiatı gereği herkes kendi ruhunda ve bedeninde yaşamakta özgür. Bunu anadilini konuşmak, ibadetini istediği gibi yapabilmek ve istediği gibi yaşayabilmek de dahil. Bunların olmadığı yerde bunun mücadelesi başlar. Naim, gerçek anlamda bir centilmen. Geldiği coğrafyaya ve içinde yaşadığı ortama, onu keşfeden hocalarına, arkadaşlarına hiçbir zaman sırtını dönmüyor. İnsana yapay sınırlar çizemezsiniz, yapay kostümler giydiremezsiniz. Durmaz! İnsanı zorla, bir şekilde konuşmaya itemezsiniz, içinden geldiği gibi konuşacaktır. Anadilini konuşmak da bunlardan birisidir, özgürlüğüdür. O da özgürlüğün dilini konuşmaya başladı ve dönemin baskıcı komünist sistemi içerisinde, bunu bir sistem eleştirisi olarak yapmadı. Sistemin yanlış işlediğini gösteren bir vurgu olarak ortaya çıktı. Todor Jivkov'a kapıları açtırdı ve Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşma ile bunu taçlandırdı. "İLETİŞİM İLE ARTIK SINIRLAR AÇILDI" Naim'in 1994'te yeniden Bulgaristan'a gidip Avrupa Halter Şampiyonası'a katılması da, hayatının ironik anlarından bir tanesi olsa gerek... Öyledir. Bu film çekilirken Bulgaristan'da uzun zaman geçirdik. Artık dünya değişiyor, globalleşmeyi hem iyi hem kötü değerlendirebiliriz. Ama iletişim ile artık sınırlar açıldı. Zorla bir şeyleri dikte edemiyorsunuz insanlara, özellikle de gençlere. Naim'in Mestanlı'da heykeli açıldı. Açılış töreninde de biz oradaydık. Çok güzel anlar yaşadık. Güzel anlardan birisi de şu anki Bulgaristan Halter Federasyonu Başkanı'nın orada olması ve hepimizle tanışması, Naim'in dünyanın sporcusu olduğunu dile getirmesiydi. Yapımcımız Mustafa Uslu da bunu bir anektod ile anlattı. Sınırdan gide gele aşina oldu insanlar, gümrük görevlisi de yapımcıyı bulunca sormuş; "Hangi Naim'i anlatıyorsunuz, Türkiye'nin Naim'ini mi, Bulgaristan'ın Naim'ini mi?" Mustafa Uslu da, "Tabii ki Türkiye'nin Naim'ini anlatıyoruz" demiş. O da demiş ki, "Ne Bulgaristan'ın, ne Türkiye'nin... Dünyanın Naim'i o!" İşte, Naim'e yakışan bir şey. Demek ki bir iz bırakıyorsunuz ve birileri görebiliyor bunları. Siz Nazım Hikmet'i, Naim'in babası Süleyman Bey'i canlandırdınız, onlara ruh kattınız. Peki, onlar Yetkin Dikinciler'e ne kattı? Aslında ben onların bir şey katmasını beklemiyorum. Bütün bunları birer sorumluluk olarak görüyorum. Öncelikle layık olmaya çalışıyorum. Bu hikayeler anlatılmaya değer. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o kadar hayat hikayesi var. Çoğu anlatılamıyor, ıskalıyoruz. Bazı hikayeler gün yüzüne çıkıyor. Örnek alıyoruz. Küçüklüğümüzden beri bize, "Geçmişten ders alınıp, geleceğe yön verilir" denir. Aslında öyle olmaz. İki satır okuyarak olmaz. Duygudaşlık kurarak, onların içinden geçtiği süreçlere empatiyle yaklaşınca bu olur. Benim ilk yaptığım şey bu kişiler için, ki bunlar biyografik karakterler, kendimi onların yerine koymak. Bir Süleyman Süleymanoğlu olmak ne demektir? Ne demektir? Selen Öztürk, Naim'in annesi Hatice'yi oynuyor. Biz bir kere oyuncu olarak birbirimize dayanışmayı çok severiz. Birbirimiz uyarırız. Danışmanlarımız var ama orada hâlâ yaşayan soydaşlarımız da var. Onlar bizim doğal danışmanlarımız haline geldiler. Çok mutlu oldular. Bir sinerji oluştu. Devamında yaratmamız gereken karakterler var. Naim'i biliyoruz ama, onun bir anne-babası var, ailesi var, kardeşleri var. Yönetmenimiz Özer Feyizoğlu da dedi ki, "Naim'in bir ailesi var, bu bizim için çok önemli." Öyle uzaydan ışınlanmadı ya da saksıda yetişen bir şey değil. O dönemde zorlukları yaşarken, "Bulgarca konuşacaksın, istediğin gibi ibadet edemezsin" deniyor. Bunun içerisinde hem orada yaşamaya devam ederek, hem de ailesine, kendi değerlerini, kendi inançlarını, ruhlarını yaşatmaya çalışan bir baba olmak nasıldır? O Demirperde dışarıdan bir perdedir. Her tarafa sınırlar koyar. İnsanın ruhuna da çelikten bir korse giydirir. Yani gülümsemenizi bile alabilir elinizden. İstediğiniz gibi gülemez, konuşamaz olursunuz. Bizlere bunu hatırlattığını düşünerek, en çok ilgilendiğim Süleyman Süleymanoğlu olmaktan öte, eşini ve çocuklarını korumak zorunda kalan bir baba olmaktı. Sanıyorum hayatımın en özel filmlerinden birisi oldu. Senaryo biraz kılavuzumuzdur. "NELERİ UNUTMAMAMIZ GEREKTİĞİNİ HATIRLATAN BİR FİLM" Senaryoyu da çok değerli bir isim olan Barış Pirhasan yazdı, onu da analım... Barış Pirhasan'ın kalem oynattığı bir hikayede oynamak da ayrıca bir zevk. Bunun ötesinde çekim senaryosu diye bir şey oluşur. İçine girdiğiniz mekanla, buluştuğunuz ortamla, tabii ki yönetmeninizle aynı ufka bakıyorsanız bu heyecandır. Onun yeni kristalleri oluşur içinizde. Yeni hücreleriniz harekete geçmeye başlar. Bunların çokça harekete geçtiği bir film oldu. Aşırı duygulandığımız, çekimi yaparken içimizde hissettiğimiz anlar oldu. Öyle, "Dur bakalım, çocuk gitti, çalıştı, halterler kaldırdı"nın ötesinde, nasıl kanla, terle, göz yaşlıyla olduğunun hikayesi... Belleğimizin gitgide zayıfladığı, anlık paylaşımlarla, reklam, dizi dünyasının hızlı kurgularıyla çabuk unuttuğumuz dönemde, neleri unutmamız gerektiğini hatırlatan bir film oldu. Naim'e baskı yapan Bulgar bürokratların ismini bilmiyoruz ama Naim'in ismini dünya biliyor. Filmde de anılan Erdal Eren'i asan hakimlerin ismini bilmiyoruz ama Erdal Eren'i biliyoruz. Bu noktada hafızamızı diri tutması açısından da çok önemli... Bu filmler bize hep şunu hatırlatır; zor kullanarak olmuyor bu iş. Geçmişte zorla oluyor diye işaret ederken, bugün de acaba kimleri hapsetmeye çalışıyoruz? Biz yoğunluk olarak, hangi azınlığa tahakkümde bulunuyoruz, asıl yüzleşme böyle olur. Bu filmlerin insanlık tarihine en büyük katkısı da yüzleşme olur. Son olarak şunu sormak istiyorum, 2019 sinema açısından çok parlak geçmedi ama Kasım ayı itibarıyla birçok güzel film vizyona girdi. Beyazperdenin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu topraklarda ya da dünyada anlatılacak çok hikaye var. Sadece popüler olanın üzerinden değil de, gerçekten insana dokunan ve insanın aydınlık yarınları için azıcık hareket eden filmlerin başarılı olacağını düşünüyorum. Bunu sadece gişe açısından da bakmıyorum. Oyuncuyum, işimi yapıyorum. Mümkün olduğunca çok insana dokunmaya çalışıyorum. Bunun cevabı bugün olmayabilir bazı işlerde, ama siz gerçekten hayalinizi gerçekleştirebilmişseniz asıl başarı budur. Ödüller zaten yıllar içerisinde gelmeye başlar. Dönüp dönüp bir daha izlenen filmler yapmışsanız, o zaman zaten başyapıtlara imza atmışsınız demektir. Bence bir insanın gerçek inşası ne bir kariyer, ne bir ödül, ne bir sevettir, karakter inşasıdır. Hayatın sonuna kadar devam eder bu. Filmlerin ve filmciliğin karakterinin de böyle inşa edileceğini düşünüyorum. Hayalinden vazgeçmeden, "Devir böyle, seyirci bunu istiyor" demeden, seyirciye başka bir şeyin de ihtiyaç olduğunu hissettirerek bir yer açabilmek önemli. Yavaş yavaş Türk sineması bunu fark etmeye başladı. Şimdi yeni önermelerle, yeni kitlelere ulaşabildiğimizi görüyoruz, bu da umut veriyor.