İki yakın arkadaş olan Matt ve Davis, Avrupa turuna çıkar. Soluğu Amsterdam'da alırlar. Depresyonda olan oyun yazarı Matt, otel odasında hayatına son vermek üzereyken, yaşama sevinciyle dolu, 'maço' arkadaşı Davis, etrafa ateş edermişcesine bir anda odaya girer. Matt de zaten girişiminde başarılı olamamıştır. Davis, Matt'i biraz daha canlandırmak için Amsterdam'ın Red Light sokağından bir hayat kadını olan Christina'yı da yanında getirmiştir. Kafaları bir hayli iyidir. Bir yayınevinde editörlük yapan Davis, gamsız, vurdumduymaz, biraz da bencildir. Matt'in enerjisini yükseltmeye çalışırken kimi zaman da sabrı taşar. Matt ise 'kafasının içinde yaşayan' birisi olarak bohem bir karakterdir. Varoluş sancılarıyla başbaşa kalmaktan dolayı garip bir haz duysa da, bunu aşmak için içten içe de bir istek halindedir. Fransız aksanıyla oldukça sempatik Christina karşısındadır. Belki, onunla içine kapanıklığını aşıp, coşkunluğunu dışavurabilir. Davis ile Matt, dişisini etkilemek için birbirleriyle yarışan kuşlar gibidir. Kimi zaman sıkı bir edebiyat tartışmasına girer, kimi zaman da birbirlerinin zaaflarını bir dipçik gibi kullanmaktan geri kalmazlar. Christina'nın gözünün Davis'te olduğu bellidir. Ancak Matt için 'satın alınmıştır'. Başbaşa kaldıklarında Matt ile Christina, yoğun bir sohbete girişir. Matt'in amacı acıları ortaya döküp, bu acılar üzerinden Christina'yla bir ortaklığa mı erişmektir? Belki rahatlamaktır. Belki de Christina'nın Davis'e olan ilgisini fark eden Matt'in dert zemininde ortaklaşmaktan başka yapabileceği başka bir şey yoktur. Zira, kendisi oldukça cılız, hassas ve zayıfken, Davis uzun boylu, yapılı ve karakteriyle karizmatik bir "arzu nesnesidir". VE KAPI ÇALAR... Yalanlar, doğrular, itiraflar, arzular ve karşılık bulmayan beklentiler etrafında dönen ilk perdeden sonra, ikinci perde de mekan değişir. Matt'i ABD'de küçük ve sempatik odasında görürüz. Uyuyamaz, sancıları devam eder, bir türlü olamadığı "sanatçı" ağırlığının altında kendisini ezmek ister. Ve kapı çalar... Oyun, bu noktadan sonra yakın arkadaşlık, aşk, dostluk gibi ilişkiler etrafında gezinir. Her anında bu kavramlara değen bir sorgulama içindedir. Bir insanı tanımanın mümkünatından, hayatta kalabilmek için zihinde bir oyun inşa edermişçesine aşka tutulmanın psikolojik ihtiyacına dek geniş bir yelpazede salınan karakterler karşımızdadır. Matt, tüm zayıflığı ve kırılganlığıyla kusarcasına bir şeyleri anlatmanın, Christina ise "doğru" olan insan yerine, ki doğru diye bir şey var mıdır sorusunu hatırlatırcasına, "bitirim" Davis'in peşindedir. ÖDÜLLERE ADAY Bu üç insan arasında geçen oyun, hayatımızda düzenleyici olmaya namzet, sınırları ve kuralları tertip etmek, ipleri elinde tutmak isteyen kişileri tanımamız için de birçok ipucunu barındırıyor. Yer yer kahkaha attıran, yer yer de izleyicileri pürdikkat sahneye kitleyen Red Light Kışı, son dönemlerin en başarılı oyunlarından birisi olarak öne çıkıyor. NoAct sahnede oynanan ve yaklaşık 120 dakika olan oyunu izlerken, sahneden bir an olsun uzaklaşmıyorsunuz. Replikler, oyunun temposu, karakterlerin psikolojik değişimleri çok başarılı. Oyun, bana farklı yerlere savrulmuş hayatların, bir araya geldiğinde nasıl da bambaşka umutlarla dolduğunu, bu umutların da aslında yine hayat dediğimiz şeye nasıl tesir ettiğini düşündürttü. Küçücük buluşmalar, büyümeye teşne umutlar, ama koca bir hayata damgasını vuran o bitmek bilmeyen hareket. Christina rolündeki Ayşecan Tatari'nin oldukça başarılı çevirisi, Edip Tepeli'nin başarılı rejisi, Matt rolündeki Gün Koper'in ve Davis rolündeki Ali Yoğurtçuoğlu'nun karakterleriyle iç içe geçmesi takdire şayan. Bu arada söylemeden geçmeyeyim, Matt ve Davis arasındaki ilişkiyi izledikçe Barış Bıçakçı'nın harikulade romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yer alan Turgut ve Selim'i anımsamak elde değil.
Gün Koper Afife ve Sadri Alışık Oyuncu ödüllerinde, Ali Yoğurtçuoğlu Afife'de, Ayşecan Tatari de Sadri Alışık Oyunu ödüllerinde aday...