Olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bir yandan hem siyasetçiler hem gazeteciler tutuklanıyor, bir yandan uzun süredir sessiz olan TÜSİAD zehir zemberek bir açıklama yapıyor, ona da soruşturma açılıyor. Diğer yandan CHP içinde Cumhurbaşkanlığı adaylığı için önseçim hazırlığı yapılıyor. Ekonomik kriz almış başını gitmiş, ama biz hiç oraya bakamıyoruz. Peki biz bunları neden yaşıyoruz, iktidarın hedefinde ne var? İstanPol Direktörü Siyaset Bilimci Seren Selvin Korkmaz’a sordum.

Seren Selvin Korkmaz

Kimine göre tüm bu olanlar iktidarın gerçek sorunlar konuşulmasın diye bir oyalama taktiği, kimine göre plan daha büyük. Siz hangi taraftan bakıyorsunuz meseleye?

Aslında uzun süredir olağanüstü bir gündemdeyiz. Yeni bir krizle geçirmediğimiz bir hafta oldu mu hatırlamıyorum. Çünkü iktidarın yarattığı siyasi denklem olağanüstülükten besleniyor. Toplumu “biz-siz” diye bölecek yeni olaylar ve anlatılar, güvenlik kaygıları, düşman imgeleri ve korku… Bunlar olmadan kendini üretemeyen bir siyaset ve onay almakta zorlanan bir iktidar var. Ancak bu iktidarın çaresizlik içinde sarıldığı bir gündem değiştirme pratiği değil bence. Bir otoriter pratiklerle yönetme stratejisinin parçası. Elbette gündemi değiştirme, mevcut ekonomik durumun, ihmallerin yarattığı felaketlerin konuşulmasını engellemek de bu stratejinin içinde. Ama bu strateji ile mücadele etmenin yolu bu durumu hafife almak değil de tam da karşısında yeni bir siyasal hat üretebilmek. Şu günlerde olanlar bana kalırsa iktidarın siyasal zemin değişikliği kurgulama çabaları… Dış politika ve iç politikanın iç içe geçtiği, İmralı süreci, olası yeni anayasa tartışmaları ve CHP, Zafer Partisi olmak üzere muhalefetin bu kez farklı kesimlerini hedefe alan bir strateji… Hafife almaktansa zemini değiştirecek hamleler çözüm sunar.

Hiç Erdoğan’ın ya da AKP’nin adayını tartışmıyor oluşumuz normal mi? Anayasa’nın ne dediği ortada. Ancak şöyle bir yaygın kanı da var “Erdoğan, bunu da halleder ve yeniden aday olur”…

Normal değil ama normalleşti. Otoriterleşme Türkiye’de yavaş yavaş yerleşti. Muhalif aktörler de bu sürecin sadece kurbanı değil istemeden de olsa yer yer katkıda bulunanı.

Açar mısınız?

Stratejik sebeplerle hukuksuz uygulamalara göz yummak, ya da yeterli direnci geliştirmemek bizi bu noktaya getirdi. Yani sadece Erdoğan’ın adaylığında değil pek çok konuda… Kayyımlar meselesinde de böyle oldu, başta yeterli tepki verilmeyen hukuksuzluklar sonra “normal” hale geliyor. Türkiye’de hukuksuzluk normalleşti. Muhalefet bugün kendini daha meşru hissettirmek için Erdoğan’ın adaylığına karşı durmuyor. Bu bir yerde anlaşılır, “güçlü rakipten kaçıyor imajı vermeyiz” diyorlar, ama öte yandan da anayasal zeminden önemli bir taviz. Bu nedenle yeni anayasa meselesinin de esas sebebinin “Erdoğan’ın bir kez daha adaylığını sağlamak” olduğunu hiç düşünmüyorum. Çünkü bunun karşısında olacak bir siyasi yaklaşım yok, yani farklı yöntemlerle adaylığını sağlayabilmesinin önünde bir direnç olmayacaktır.

Sürekli belediyelere yönelik operasyonlar yapılıyor, hedef Ekrem İmamoğlu mu?

Hedef bir taraftan İmamoğlu ama bir taraftan da CHP’nin yönetebilirlik algısı. CHP Ak Parti’nin “CHP belediyeleri yönetemez” iddiasını çok iyi belediyecilik örnekleri ile çürüttü, belediyelerde iyi hizmet veren yeni liderler, lider adayları var. İktidarın “CHP’nin belediyeleri de yönetemeyeceğini göreceksiniz” tarzı yaklaşımının bir sonucu. CHP’li aktörler yolsuzluk ve terör ile ilişkilendirilip itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Yaratacağı mağduriyeti düşünürsek, bu kendisine de kaybettirecek bir adım olmaz mı?

Elbette olabilir, 2019’da tekrar edilen İstanbul seçimlerinde bunu gördük ancak ben bunun da gelişigüzel yapıldığını düşünmüyorum. Yani iktidarın buradan sağladığı kazanca dair hesaplaması belli ki daha yüksek. Hedeflenen, Ak Parti’den kopan ama CHP’ye yaklaşan özellikle yerel seçimlerde CHP’li adaylara güven duyan seçmendeki güveni kırmak, kafa karışıklığı yaratmak, CHP’nin bazı oyuncularını saf dışı bırakıp, bazılarını sakatlayarak oyuna devam etmek diyebiliriz. Yani maç devam ediyor ama golü atacak oyuncuları sakatlanırsa seyirci ne yapabilir diyor bence iktidar. Sahiden toplumu siyasetin belirleyeni değil seyircisi yaptı bu sistem. Bu söylenildiğinde de “protesto mu etsin peki toplum” deniyor. Bu da bir demokratik hak ama mesele “ya protesto ya sandık” da değil demokratik tepkinin sınırı. Toplumsal itiraz, protesto o kadar şeytanlaştırıldı ki siyaset de bundan birini tercih etmeye itiliyor, oysa bu iki seçenek dışında siyaset yapmanın, toplumu siyasete dahil hissettirmenin, aidiyetin, katılımın pek çok metodu var. Esas kaybettirecek adım muhalefetin bu alternatif stratejileri çalıştırabilmesi olur.

Siyaset sembollere sıkıştı

CHP’de üst üste iki umut veren fotoğraf yayınlandı. Fakat bir yandan da aslında bir uzlaşma olmadığı yönünde kulis haberleri yayılıyor. Sizce Mansur Yavaş ne yapacak?

Esas sorun tam da burada. Uzun süredir siyaset fotoğraf kareleri ve sembollere sıkıştı. Bir fotoğraftan büyük umut doğuyor yani buna yönelik bir iletişim yapılıyor ama ertesi gün tam tersi sonuçlar çıkabiliyor. Siyasetin örgütlülük, söylem üretme, sorun çözebilme kapasitesinin yerini sürekli “mesaj” verme ve anlık iletişim kaygısı örtüyor. Siyasetten uzaklaşan, siyasetçiye güveni kalmayan toplum için aslında bu tarz çelişen durumlar daha sakıncalı ve ne yazık ki seçmene 2023 travmasını hatırlatıyor. Bu tarz iletişim hataları “yine masa etrafında toplanıp bir şey çıkaramadılar” algısını besliyor. Oysa Yavaş’ın İmamoğlu’nun ifade vereceği gün otobüs üstündeki desteği, ikilinin oradaki fotoğrafı daha sahici bir mesajdı. Muhalefet için iletişimde zamanlama ve iyi hesaplanmış strateji her zamankinden daha önemli. Bugünün şartlarında Yavaş en iyi bildiği şeyi yapacak: bekleyecek. İmamoğlu’nun kartı atağa geçmek, Yavaş’ınki ise beklemek.

Mansur Yavaş’tan fedakârlık istemek ne kadar doğru?

Fedakarlıktan beklenen bugün adaylık yarışından geri çekilmekse hem Yavaş’ın hem de İmamoğlu’nun geri çekilmesi siyasetin doğasına aykırı. Bir tarafta anketlerde sahiden çok yüksek bir oy alan ve bunu koruyan Yavaş var, diğer taraftan İstanbul gibi bir Türkiye temsilini 3 kez kazanmış, anketlerde de CHP içinde de desteği hayli yüksek olan İmamoğlu var. İkisinin de göreve talip olması ve bunun için yarışması doğal. Mevcut koşullarda Türkiye’de vatandaşlar adeta nefes alamıyor, ekonomik siyasi krizler, her gün yaşanan hukuk sorunları varken insanlar siyasetçilerden elbette ülkenin çıkarları için ortaklaşmalarını bekliyorlar, ama benim tecrübem buna dayanarak yapılan analizlerin yanılttığı yönünde. Ancak örneğin seçimlerin ikinci tura kalması gibi farklı senaryolarda bu fedakarlık beklentisini yeniden sorgulayabiliriz.

Hangisinin daha çok şansı var sizce? Kim hangi noktalarda daha güçlü?

İmamoğlu ve Yavaş farklı güçlü yanlara sahip. İmamoğlu, daha dinamik, sahada aktif ve kitleleri harekete geçirebilen bir figür. Kampanya yürütme, krizleri yönetme ve geniş kitlelere hitap etme konusunda avantajlı. İmamoğlu’nun sahadaki bir videosunu Türkçe’yi hiç anlamayan, Türkiye’yi bilmeyen birine gösterseniz seçmenle olan diyaloğu çok net hissediliyor, seçmene dokunabilen bir lider. Öte yandan bence en büyük avantajı geniş kadrolarla çalışıyor, alanında yetkin Türkiye’yi refaha çıkaracak senaryoları üretecek bir mekanizma var.

Peki Yavaş?

Yavaş daha temkinli, devlet adamı imajına sahip ve güven veren bir isim. Ankara’daki başarı algısı, kamu yönetiminde güven veren bir profil çizmesi ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenle köprü kurabilmesi en büyük avantajları. Ancak, siyasi hızı ve refleksleri İmamoğlu kadar hızlı değil. CHP içindeki bir yarışta İmamoğlu’nun şansı daha fazla. Nitekim Yavaş’ın önseçime girmeyecek olması da bunu açıklıyor. Ancak, kimin daha çok şansı olduğu, seçim sürecindeki ittifak dengelerine ve o anki siyasi koşullara da bağlı. Bence mevcut Kürt açılımı ya da İmralı süreci denilebilecek sürecin sonuçları adayların lehine/aleyhine sonuçlanabilir. Örneğin bu süreç başarısız olur ve çok ciddi bir milliyetçi tepki birikirse Yavaş bu tepkisel oyların da adresi olabilir. İmamoğlu ise Kürt seçmenin oyunu çekmekte de başarılı olacak bir aktör.

Mansur Yavaş, anketlerde daha önde çıkıyor. Ancak CHP adayı olmadığı taktirde bu gücü elinde tutması mümkün mü?

Mansur Yavaş’ın kişisel bir karizması ve gücü var ancak bu CHP adaylığı ile birleşince yüksek bir oya dönüşüyor. İmamoğlu için de bu geçerli. Yavaş da bunun farkında bence. Bu nedenle CHP aidiyetini devam ettiriyor. Seçime henüz çok zaman var ve Türkiye’de çok şey değişebilir, bu nedenle zaman ve yaşanacaklar Yavaş’ın lehine gelişecek bir tablo da yaratabilir. Muhalefetin çoklu adayla girdiği bir seçimde Yavaş milliyetçi oylar, CHP’den bir grup oy ve Cumhur İttifakı’ndan oy çekebilir. Ya da İmamoğlu’na olası siyasi yasak bu tabloyu değiştirebilir. Ancak bugünkü koşullarda adaylar kadar vitrindeki ekipleri de önemli olacak. Yavaş hele de CHP adayı olmayacaksa kadrosu kimlerden oluşacak, ne kadar kapsayıcı olacak bu da önemli. Bugünden bakınca bu konuda İmamoğlu daha avantajlı görünüyor.

ÖNSEÇİM KARARINI DOĞRU BULUYORUM

Şu anda verdikleri fotoğraf, Erdoğan’ın ‘Bunlar daha aralarında anlaşamıyor’ algısı yaratmasına yardımcı olur mu?

Olabilir. Fotoğraf ne olursa olsun CHP içindeki her tartışmada iktidarın kartı da “CHP ülkeyi yönetemez” algısı olacaktır. Bence bunu dikkate almak gerekir, çünkü 2023’te dikkate alınmadı ve seçim kaybedildi. Bugün yapılan kamuoyu araştırmaları da CHP’ye oy veririm diyenlerle “CHP ülkeyi yönetebilir, dış politikadaki krizlerde etkin olabilir ya da ekonomik soruları çözer” diyenler arasında da makas var. Yani seçmen algısında derinlere inildiğinde bazı seçmen gruplarının CHP’ye sempati duysa da, örneğin yerel seçimde oy verse de ait hissetmediğini gösteriyor. İktidar da bu alanlarda oyun kuruyor ve algı değişimine yönelik çalışmalar yapıyor. Bu nedenle bir adaylık mücadelesi olacaksa bunun erkenden verilmesi ve seçmene net bir tablo sunulması gerekiyor. Türkiye’de seçmen artık belirsiz bir şeye tahammül edecek durumda değil. İktidarın ise hattı net. Ben bu bakımdan CHP’nin önseçim kararını doğru buluyorum. Hem seçim konusundaki soru işaretlerine bir cevap hem de bir an evvel yol almak için. 2023’te masanın seçtiği adaya tepki geldi, bugün de aday masada seçilse küskünler çıkardı. Elbette önseçim konusunda da itirazlar gelecektir, gelir. Başka yöntem belirlense ona da itiraz edilirdi. Belli ki İmamoğlu da Yavaş da adaylaşmak için kendi stratejilerini kullanacaklar.

NE TÜRKİYE ESKİ TÜRKİYE, NE TÜSİAD ESKİ TÜSİAD

TÜSİAD ses çıkarınca iktidar hep bir ağızdan “Eski Türkiye’nin alışkanlıkları” diye karşılık vermeye başladı. Siz aynı zamanda Brüksel’de de çalışıyorsunuz. Avrupa’dan bakınca ne görüyorsunuz?

Ne Türkiye eski Türkiye, ne de TÜSİAD eski TÜSİAD… Buna kimileri olumlu, kimileri olumsuz anlamlar yükleyebilir. Ama Ak Parti’nin bu konudaki söylemleri hep sabit. Avrupa’dan bakınca demokrasisi yara almış, hukukun üstünlüğü konusunda sorunlar yaşayan ve ne yazık ki artık pek de tartışmalarda dikkat çekmeyen bir konu başlığı Türkiye’ye ilişkin tartışmalar. Suriye meselesinde Türkiye için riskler kadar fırsatlar da var, güvenlik, savunma sanayii ve enerji konusunda önemli fırsatlar var. Türkiye potansiyelini doğru kullanabilir, hukukun üstünlüğünü tesis edebilirse yeniden potaya girecektir. Kendi ülkenizdeki yatırımcıya güven veremiyorsanız, dışarıdan nasıl yatırım çekeceksiniz? Karşı çıkış ideolojik bir yerden mi geldi? Hayır. Tam da pratik bir yerden, artık iş dünyasına da dokunan uygulamaların yarattığı açmazdan kaynaklandı bence.

Sistem çöktü” mü sahiden? Nasıl toparlanır?

Sistem tamamen çökmüş değil ama ciddi şekilde aşınmış durumda. Türkiye’nin en büyük avantajı, güçlü ve dirençli bir topluma, nitelikli insan kaynağına ve hâlâ kamu kurumlarında görev yapan birikimli kadrolara sahip olması.  Hep kötü yanlarını konuşuyoruz ama böyle de bir değerimiz var. Tüm yaşananlara rağmen bu ülkeye inanan, katkı sunmaya hazır geniş bir kesim var. Bu inanç ve direnç, Türkiye’nin toparlanma gücünü gösteriyor. Ancak bu potansiyelin önünü açacak, kurumlardaki yıpranmayı onaracak ve ülkeyi yeniden hukuk devleti zeminine oturtacak bir irade gerekiyor. Sorun sadece ekonomi değil, hukuk ve demokrasinin de aşınması. Güçlü kurumlar olmadan hiçbir alan kalıcı olarak düzelemez. Çıkış yolu, sadece günü kurtaran politikalarla değil, liyakati esas alan, uzun vadeli, yapısal reformlarla mümkün. Çöküşü, aşınmayı herkesin ortak derdi yapacak siyasal bir hat kurulmadıkça da herkes ya kendisine değene kadar sessiz kalıyor ya da olanlar yokmuş gibi davranıyor oysa görüyorsunuz ayrıcalıklı bir azınlık dışında Türkiye’nin artık çoğunluğu bu aşınmanın mağduru. İktidar seçmeni de muhalefet seçmeni de…

Sizinle birçok program yaptık, orada aslında iktidarın daha da sertleşeceğini ifade ettiğinizi hatırlıyorum. Bunu neye göre söylüyordunuz?

Ekonomik ve sistemik kriz yaşayan, ama aynı zamanda otoriterleşen karşısında ise seçimleri kazanmaya yakın bir muhalefet bulunan bu tarz rejimlerin iki çıkış noktası var çünkü: ya reformlar yapıp güvercinleşecek ya da baskıyı artırıp şahinleşecek. Mevcut şartlarda iktidarın güvercinleşme seçeneğini görmüyorum çünkü kendi gücünün devamını sağlayan unsurlar icraatlerden ziyade korku, düşman imgesi ve güvenlik kaygıları oldu. Yeni çözüm süreci tartışmaları ilk başladığında da bunu düşündüm, bence çözüme yönelik her adım kıymetli ve desteklenmeli ama buradan demokratikleşme ajandasının çıkması iktidarın kendi bekasını garantiye almayacak belli ki. O yüzden bir taraftan süreç devam ederken diğer yandan da muhalefetin diğer unsurları ve hatta yine DEM Parti’li belediyelere karşı sert politikalar devam ediyor.

Son olarak bir erken seçim bekliyor musunuz?

2027’den önce bir erken seçim beklemiyorum. İktidarın önünde İmralı süreci, yeni anayasa tartışmaları ve Şimşek politikasının bekledikleri “olumlu” etkilerini görmek gibi üç temel konu var. Bunlardan alınacak neticeler iktidarın seçim takvimini belirler. Muhalefetin çok farklı bir hareketlilik ve strateji ile seçime zorlaması da bir seçenek ama şu an bunu açıkçası olası görmüyorum.