Türkiye zor günlerden geçiyor. Bir yandan ekonomik kriz, yoksulluk, yoksunluk diğer yandan siyasi krizler, özgürlük ve demokrasinin yerini sertliğe bırakması….

Yolda, okulda, ofiste neredeyse gülen insan göremez olduk.Ülkenin ruh halini konuşmak üzere Psikiyatr Cemal Dindar’ın kapısını çaldım.

Psikiyatr Cemal Dindar

Türkiyeyi bir insan gibi düşünürsek, onun ruh halini nasıl tanımlarsınız?

Bir insan gibi, derken, sanırım bir kişi, hatta birey olmayı kastediyorsunuz. Toplumların, grupların ruhsallığı ne birey ruhsallığının bir örneği ne de onu oluşturan bireylerin ruhsallığının toplamı… Toplum ruhu, grup ruhu birey ruhsallığından çok daha eski, köklü, grup içi eşitsizlikler derinleştikçe yüz bin yılların izini sıklıkla yüzeyde sergileyen bir ruhsallık. Toplumları birey ruhsallığına indirgeyemeyiz, çünkü Freud’un özlü biçimde belirttiği gibi her toplumda en az iki tip ruhsallık vardır; yönetenlerin ruhsallığı ve yönetilenlerin ruhsallığı…

MUCİZE ARAYAN TOPLUM

Temel olarak da sarkaç iki kutup arasında salınır; tümgüçlü kabile şefinin keyfiliği bir uçta, yasayla güvence altına alınmış ve güçlüler de dahil her üyeyi bağlayan toplumsal sözleşme diğer uçta. Türkiye, yönetilenlerin ruhsallığı ise konu, epeydir, ilkinin, yani yasanın kendisini de bağladığını inkâr eden keyfiliğin sınırlarına gerileyen bir toplum ruhsallığı içinde. Tümgüçlülük düşlemleriyle sürekli mucize söylemine yaslanıp örnek kurbanlar yaratan keyfilik ve erkek kardeşliği ideali diyebiliriz buna.

Çoban Habillerin çağı geliyor olabilir

- Ekonomik kriz hayatımızda hangi duyguları bastırıyor, hangilerini ortaya çıkarıyor?

Krizden çok yönetim biçiminin gereği olarak bir yoksullaştırma sürecinden söz etmek daha yerinde geliyor bana. 2002’den bugüne, önce görece toplumun tüm sınıflarına yayılan varsıllık, sonra toplumun çok küçük bir oranı yararına büyük bir bölümünün payına düşen çıplak yoksulluk… Günümüz yönetici kliği, yasası, ölçüsü olan ve bunlara kendisi de uyan bir baba gibi değil de, çocuğun gerçekten aç veya tok olduğuna aldırış etmeden, istediği zaman memeyi veren veya açlıkla sınayan şedit bir anne imgesiyle özdeşleşti.

- Siz Türkiye’de bir yozlaşma yaşandığını düşünüyor musunuz? Dilde, duyguda, günlük hayatta… Buna ne sebep oluyor? Giderek değerlerden uzaklaşıyor muyuz?

Yozlaşma kavramında sağın ahlakçılığına dair bir şeyler var, onun yerine bir dağılmadan, çözülmeden söz edebiliriz. Tüm dünyada özellikle pandemi dönemi ve sonrası derinleşen bir uygarlık krizi yaşanıyor. Uygarlığın kurucu kolonları çok sarsılmış durumda. Yazılı kültür çok değersizleşti, okul, şu online garabetiyle, mekanından oldu ve giderek eğitimle sınıf atlamak vesaire düşleri sahneden kovuldu, mahkeme güçlülerin mahkemesi… Dahası, tapınak, tüm ezel ve ebedi olanın mekanı, güncel siyasetin emrine sunulup dünyevileştirilmiş görünüyor. Belki de bildiğimizce Sümer’de ortaya çıkan ve içinde nice kuşağın ömür sürdüğü tarımcıl uygarlığın sonuna geldik… Belki her yere şehir kurup toprağı betonla kaplayan Kabillerin son demi… Trump’ın ünlü bir emlakçı olması veya AKP’nin elinde övünülecek en belirgin şeyin müteahhitlik işleri olması boşuna değil. Çoban Habillerin çağı geliyor olabilir…  

YÖNETENLER ÜLKEYE SAYGISIZ

- Türkiye’yi bir insan gibi düşünürsek yine, tedaviye nereden başlamak lazım?

Türkiye somut kapasitesine en az yarım yüzyıldır bizzat onu yönetenlerin inanmadığı, saygı duymadığı bir ülke… Bir sağ çıkmazın içinde tüm enerjisi heba ediliyor. Yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç olduğu kesin. Sorunun sebebi olanların sözde-çözümlerinin sorunu derinleştirdiği, derinleştireceği de kesin. Türkiye’nin açmazı şu, Alexander Herzen’in 19.Yüzyıl Rus aydınları için söylediği sözü biraz değiştirerek söyleyelim; bugün içinde bulunduğumuz sorunların doktoru olarak görülenler hastalığın ta kendisi…

Kişiyi umutsuz kılan bir hikayesi olmamasıdır

- Kendimizi ne kadar özgür hissediyoruz? Özgürlük, demokrasi gibi kavramlar toplumumuzun öncelikleri arasında mı?

Özgürlük ve demokrasi sadece ülkemizde değil tüm dünyada, özellikle de bu kavramların mekanı olarak görülen Batı’da değerler sisteminde öncelikli olmaktan çıkmış görünüyor. Bizde yaklaşık son çeyrek yüzyılda olan hemen her şeye neoliberalizmin çözülme dönemine dair semptomlar diyebiliriz. Dünyanın her yerinde bu çözülme belirginleşmiş görünüyor. Demokrasi söylemi de yerini popülist sağ siyasetlere, onların ikonik liderlerine bıraktı. Seçim sandığını umudun kalan son şey olduğu pandoranın kutusu haline getiren, toplumları da sandık fetişizmi alanında tutan bir sözde-kavram setine dönüştü milli irade vesaire..

- Sosyal medya bizi bir yanılgıyla özgür mü hissettiriyor?

Sosyal medyanın en önemli numarası, toplumsal sistemde karşılığını bulmamış postmodern projenin gerçek mekanı haline gelmesi ve geçerliliğini bir de orada sınaması: “ne olsa gider.” Gelişimin gerekliliğini inkar eden bir sapkınlık mekanı olarak kullanımı çok daha yaygın sosyal medyanın. Belki geçiş dönemidir ve gelecekte değişir… 

- Umutsuz muyuz? Umutsuz olmak insana ne yapar?

Kişiyi umutsuz kılan kendini kendi hikayesinde hissetmemesi, bir hikayesi olmamasıdır. Her sabah umut etmek için bir sebep bulmaya çalışanın bunca çok olduğu bir toplumda umutlu olmak güç. Yine de umut ilkesine sahip çıkmak gerekir. Yenilgi hissi, umutsuzluk, çaresizlik özellikle iktidar temsillerinin dışına düşmüş, karşısına yerleşmiş gruplarda yaygın. Toplamı bir tür acizlik hali de yaratıyor. Daha önemlisi, gerçekliğin uygun bir değerlendirmesini zorlaştırır tüm bunlar. Sanırım en büyük risk de günümüz muktedirlik biçiminin karşıtını da belirlemesi ve kendine benzetmesi… Şunu da ekleyeyim, Türkiye’nin çok güzel insanları çok genç yaşta ölüyorlar. İçlerinde tanıdıklarım da var, bu ülkeye daha çok büyük katkıları olacak insanlar bu karmaşada sağlıklarından oldular, göçtüler. Yenilgi duygusunun tekrar tekrar hissedildiği dönemlerde umutsuzluk, alkol bağımlılığı, toplumsal yalıtım, yaratıcılığın bir tür içe, kişinin kendine yönelen yıkıma dönüşmesine yol açıyor. Dahası kuşaklar arası bağ örseleniyor, kopuyor. Umut, unutmayalım, kuşakları birbirine bağlayan bağın da adıdır.

Yeni nesil dünya yurttaşı haline geliyor

- Sizinle bundan 5 yıl önce bir söyleşi yapmıştık. Türkiyedeki egemen duygunun adını nasıl koyarsınız diye sormuştum, siz de bana 2013ten beri -Gezi bunun için bir milattı- aslında bir Habil ile Kabil hikâyesi var. Genç nüfus, mülteci mi olacağım, kahraman mı”, mültecilik ve kahramanlık rolleri arasına sıkıştı” demiştiniz. Şimdi beş yıl sonra aynı soruyu sorsam nasıl cevap verirsiniz?

Beş yıl önce hakim duygunun kardeşe yönelen saldırganlık olduğunu ve bunun kahraman-kurban ikilemine denk düştüğünü söylemek daha kolaydı, çünkü kutuplaşma daha sertti. Bu yıkıcılığın kendine yönelen boyutu da var artık. Çünkü 2000’li yılların başında ortaya çıkan yeni-sağcılığa genç ömründe gönül vermiş ve geleceğe umutla bakan nice insan şimdi emekli ya da emeklilik derdinde ve torun seviyor. Değişim için üç kuşak denir, değişimin faturasının ne olduğunun anlaşılması için de belki öyle. Epey bir insanda öfkenin ya kayıtsızlığa ya da derin bir melankoliye dönüşme eğiliminde olduğunu gözlemliyorum. Seçimlerinin neye yol açtığına, üçüncü kuşağa, torunlara karşı bilinçsiz suçluluk belki… Kutsal zamandan metaforu seçmeye devam edersek, şimdi akıl tartısına başvurmanın aforoz edilmek anlamına geldiği oğul kurbanı aşamasındayız.

- Korku hayatımızda nasıl bir yer tutuyor?

Korku, belli bir ölçüde olduğunda yani felç etmediğinde, aklın gerçeklik sınırlarında işlemesi için işlevsel de. Fakat günümüzde baskın toplumsal yaşantının düğümünün korku olduğunu sanmıyorum. Bir panik hali var. Yerel seçimler toplumun panik halini yatıştırmıştı. Muhalefet bu olanağı, sanırım kendi iç grubunda başka panik yapıcı etkenler nedeniyle toplum yararına değerlendiremedi.

- Tüm bu korku iklimi, gözaltılar, tutuklamalar insanları apolitikleştirir mi?

Kayıtsızlık, özellikle gençlerdeki geleceksizlik hissi ve umutsuzluk bildiğimiz anlamıyla apolitiklik yanında yeni politiklikler biçimlendiriyor olabilir. Yeni eğitimli genç kuşakta başka bir dinamik işliyor. Yetenekleri, dil ve iletişim becerileri onları, ister Van’da ister Edirne’de, ister İstanbul’da yaşasınlar, bir dünya yurttaşı haline de getiriyor bir yandan. Musk’ın ne dediği birçoğu için burada bir siyasetçinin ne dediğinden daha önemli… Dinsellik ve milliyetçiliğin iki kuşak sonrasını tutma ihtimali çok güç. Paradoksal biçimde Batı’da, hatta Birleşik Devletler’de tutar ama bizim gibi ülkelerde zor.