İsrail’in Tahran’a ulaşan saldırısı savaş tarihine geçerken, asıl dersi Türkiye almalı: Askeri büyüklük değil, dijital vuruculuk önemli. 675 bin askere değil, 675 bin dron’a ihtiyacımız var.
★★★
Sabah uyandık, haritaya baktık: Tahran’da bir şeyler olmuştu. Patlamalar, dumanlar, füzeler, feryatlar... Ama işin arka planını Washington Post ve Wall Street Journal yazdı: İsrail, İran’ın içine dron üsleri kurmuştu. Evet, yanlış okumadınız. İçine.
İsrail’in Tahran’daki hedefleri vurduğu o sabaha dönelim.
Mossad bu operasyonu bir günde değil, yıllar içinde hazırladı. İran’ın füzelerini nereye koyduğunu, hangilerinin “ilk fırlatılacaklar” olduğunu biliyordu. Ama bilmek yetmiyordu. İran büyük bir ülke. Uzak. Derin. Uzaktan vurmak değil, içeri girmek gerekiyordu.
İsrail, bunu da yaptı. Savaş malzemesi taşır gibi değil, ticaret yapar gibi girdi. Kargo şirketleri, kamyonlar, bavullar... Hepsi sıradan görünüyordu. Ama içinde parça parça ölüm vardı. Mini dron motorları, patlayıcılar, kumanda sistemleri, yazılımlar... Hepsi sivil kılıkla, ticaret maskesiyle İran’a sokuldu. Taşımacıların çoğu ne taşıdığını bile bilmiyordu.
★★★
Sonra sahneye başka bir kadro çıktı: Yerel ajanlar.
İran’ın dört bir yanında, özellikle füze üslerinin yakınlarında konumlanan küçük hücreler. Bunlar gelen parçaları aldı, birleştirdi, test etti. Her biri kendi bölgesinde küçük bir dron üssü kurdu.
İsrail bu yerel hücre liderlerini üçüncü ülkelerde eğitti. Kimse bu eğitimlerin savaş için olduğunu bilmiyordu.
Ve o gün geldi. İran füze taşıma kamyonlarını hangarlardan çıkardı. Savaş hazırlığıydı bu. İran’ın İsrail’den 4 kat fazla füzesi vardı ama bu füzeleri taşıyacak kamyon sayısı azdı.
Kamyonları vurdu.
Mini dronlar, füzeler dikilmeden, fırlatma pozisyonu alamadan kamyonları hedef aldı. Bu kamyonlar, sıradan araçlar gibi görünse de İran’ın vurucu gücünün sinir sistemiydi. Yandılar. Devre dışı kaldılar. Füzeler ranzasında kaldı.
★★★
Tıpkı bir ay önce Ukrayna’nın, Rusya’nın binlerce kilometre içlerinde, Sibirya’daki A-50 uçaklarını dronlarla imha etmesi gibi... Rus hava savunmasının üçte biri gitmişti. Dünyanın en büyük ordusu, en ucuz teknolojiye yenilmişti.
★★★
Şimdi dönüp bize bakalım: 675 bin kişilik bir ordumuz var. Gururla söylenir, rakam havalıdır. Ama şunu sormanın vakti geldi: Bu çağda, bu sayının ne önemi kaldı? Savaş sahnesi artık satranç değil, Starcraft.
Bize 675 bin asker değil, 675 bin dron gerekiyor. Ve onları yönetecek 675 bin yer pilotu. Lise çağından itibaren simülasyonlarda eğitilen, yapay zekâyla birlikte karar veren, dronları yalnızca silah değil strateji olarak kullanan yeni bir “kuvvet” tanımı... Tank değil, terminal. Top değil, yazılım. Karargâh değil, veri merkezleri.
Eğer ordumuzu buna göre yeniden yapılandırmazsak, bölgede kurduğumuz hiçbir cümle anlamlı olmayacak. Çünkü savaşlar artık kazanılmıyor; “önceden yüklenmiş” oluyor.
★★★
Bir sözüm de kibir abidesi, eli kanlı Netanyahu’ya!.. Hedefi, sadece vurmak değil; bölgesel hegemon olmak.
Ama işte tam burada duralım.
Evet, Netanyahu düşmanlarını birer birer yok etti. Ama unutmaması gereken bir şey var: İran, haritadan silinecek bir ülke değil. 45 yıldır ambargolara direniyor. Irak’la 8 yıl savaş yaptı, yılmadı. Coğrafyası devasa, nüfusu genç, yeraltı kaynakları bol. Bu ülkeye “rejim değiştiririm” diye girmek, Afganistan’a demokrasi götürmeye benzer: Girersin ama çıkamazsın.
Hele bir de “İran nükleer bomba yapma eşiğini aştı” söylemi... Sis bulutu kalkınca kulağa tanıdık geliyor. Hani şu “Saddam’ın elinde kitle imha silahı var” yalanı gibi. ABD o yalanla girdi, Irak’ta ne silah çıktı, ne de istikrar. Bugün hâlâ faturasını Orta Doğu ödüyor.
Velhasıl kelam... Artık savaş alanı harp meydanı değil; bulut depolama, veri akışı, yapay zekâ. Üniforma sayısına takılırsak, bir sabah radarlar sustuğunda uyanamayabiliriz.