Sevgili okurlarım, 15 Temmuz darbe girişimi gecesinde evde yalnızdım... Erkenden yatmıştım, yatakta kitap okuyordum.
Telefon çaldı, bir arkadaşım arıyor...
“Olanlardan haberin var mı?”
Ne olduğunu sordum, durumu ondan öğrendim.
Televizyonu açınca gerçekler karşıma çıktı.
Bir şeyler oluyordu ama bu işi kimlerin yaptığı o saatlerde henüz belli değildi.
★★★
Bizim ev gazeteye çok yakın. Hemen araç istedim, gelen araca atlayıp gazeteye geldim.
Bütün arkadaşlar toplanmıştık. Olanı biteni herkes merak ediyordu.
Gecenin geç saatlerinde silahlar atılıyor, bombalar patlıyor, uçak sesleri ortalığı inletiyor, bizim bina deprem olmuş gibi sarsılıyordu.
Gecenin yarısını geçtiğimizde hadise anlaşılmış, darbecilerin başarılı olmadığı ortaya çıkmıştı.
★★★
Artık eve dönecektim. Bizim büronun çaycısı Durmuş Akdoğan, Saygı Öztürk’ün arabasıyla beni eve götürmek için ısrar ediyordu. Önce Ankara’nın en işlek caddelerinden biri olan Tunalı Hilmi’ye girip olanı biteni görelim dedik!
Caddede ters yönden gelen zırhlı araçlar vardı.
Durmuş tutturdu “Abi bunların peşine takılalım olacakları görelim...”
“Durmuş sen çıldırdın mı oğlum, darbe oluyor. Baksana şu olanlara... Bu işin şakası yok, kim vurduya gideriz...”
O kargaşadan sağ salim sıyrıldık, eve geldim.
Çankaya tarafından silah sesleri ve patlamalar duyuluyordu ama iş bitmişti.
★★★
Olayın sonrasını hepimiz biliyoruz ama üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu var.
İşin sonrasında binlerce kişi yargılandı, binlerce kişi tasfiye edildi ve müebbet hapis cezası aldı.
İçlerinde özellikle erler, askeri öğrenciler ve çok sayıda başka küçük rütbeliler vardı.
Bazıları ellerine silah bile almamıştı.
Hukuk ve adalet anlayışının hiçbir zaman kabul etmeyeceği bir durum.
★★★
Onlar emir kulu idi.
Kim olursa olsun birileri darbe yapmaya kalkışmış, kurunun yanında yaş da yakılmıştı.
Şimdi cezaevleri onlarla tıka basa dolu.
Sığınacak, onların haklarını savunacak birileri yok.
Komutanları emir vermiş, onlar da silah kuşanıp verilen emirlere (neler olduğunu bilmeden) uymak zorunda kalmıştı.
O yargılama sürecinde haksızlığa uğrayan masumların hakları ve hukuku günün birinde acaba yeniden gündeme gelir mi?
Hiç sanmıyorum ama vicdanım bana bunları yazmam gerektiğini söylüyor.
Sevgili okurlarım, manyağın biri ABD eski Başkanı Trump’a ateş etti. Suikast sahnelerini medyadan mutlaka izlemişsinizdir.
Önce bizdeki benzer olaya bakalım.
Başbakan Turgut Özal 18 Haziran 1988 günü partisinin genel kongresi yapılırken spor salonunda konuşmasını yapıyor.
Tam o sırada birkaç el silah sesi duyuluyor.
Özal kendini kürsünün altına atıyor ve korumalar tarafından çıkarılıyor.
Sonra gerçek ortaya çıkıyor.
Parmağından yara almış.
Kartal Demirağ isimli suikastçı ise kendini yere atıyor, yuvarlanarak kaçmaya çalışıyor.
Ancak korumalar kısa sürede üzerine atlıyor ve yakalanıyor.
★★★
Bunlar olurken salonda büyük panik var.
Binlerce kişi kaçışıyor, ortalık birbirine giriyor, o kargaşa ortamında insanlar eziliyor.
Kartal Demirağ yargılandı, 20 yıl hapis cezası aldı.
Dört yıl yattıktan sonra 1992 yılında Özal tarafından affedildi ve tahliye oldu.
Sonraki yıllarda popüler oldu, yaşadıklarını medyada anlattı.
(Şimdi aradan yıllar geçti, unutuldu gitti. Acaba öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum.)
★★★
Şimdi bir Özal suikastına bakalım, bir de Trump suikastına...
Aradaki farkları ve benzerlikleri biraz irdeleyelim...
Bizim suikastta panik oluyor, herkes kaçışıyor.
Özal kendini kürsünün altına atıyor.
Trump olayında (her nedense) hiçbir panik, hiçbir kargaşa yaşanmıyor.
Bir kişi bile ayağa kalkıp kaçma girişiminde bulunmuyor. Sanki bir film sahnesi çevriliyor gibi.
Trump da aynen Özal gibi ateş edildiğinde kendini kürsünün altına atıyor, kulağından isabet aldığı görülüyor.
Bizimki parmaktan diğeri kulaktan!
Bizimkinin olayında panik var diğerinde yok.
Farklar var, benzerlikler var!