Şiddetin önündeki açık kapı

Ülkemizde kadınlar ve çocuklar gerçek bir tehlike altında. Bu bir algı meselesi değil, gerçek bir güvenlik sorunudur. Müge Anlı’da gündeme gelen vakalar, yıllardır görmezden gelinen bir gerçeği tekrar tekrar yüzümüze vuruyor. Ağır suçlar işlemiş, çocuklara ve kadınlara zarar vermiş insanlar yeterince denetlenmeden, yeterince cezalandırılmadan yeniden toplumun içine bırakılıyor.

Her yeni vakada insanın ağzı şaşkınlıktan açık kalıyor. Öfke, acı ve korku duyguları karışımı tuhaf bir his kaplıyor yüreği. Oysa şaşılacak bir şey yok. Bu sistem maalesef uzun süredir böyle işliyor.

***

Cinsel istismar, tecavüz ve ağır şiddet suçları sıradan suçlar değildir. Bu suçların failleri bir hata yapmış insanlar değil, başkasının bedenine ve hayatına hükmetmeyi kendinde hak gören tehlikeli kişilerdir.

Bu yüzden bu suçlarda cezalar hafifletilemez, iyi hâl indirimiyle azaltılamaz, bir şans daha denilerek geçiştirilemez. Bu kişiler sokakta dolaştığı sürece risk bitmez. Özellikle de çocuklar ve kadınlar için.

Ne var ki, ağır suç işlemiş insanların neden erken tahliye edildiği, neden iyi hâl indirimleriyle cezaların etkisizleştirildiği konuşulacağı yerde konu bir anda mağdurların yaptıklarına, giydiklerine ve sözlerine kaydırılıyor.

Sistem, failleri durdurmak yerine mağduru tartışmaya başlıyor. Tam da bu yüzden kamuoyunda bilinçli biçimde çarpıtılan bir kavram devreye sokuluyor: “Mağdurun beyanı esastır.”

***

Önce şunu açıkça söylemek gerekir “Mağdurun beyanı esastır” ifadesi Türk Ceza Kanunu’nda veya Ceza Muhakemesi Kanunu’nda da bire bir yer alan bir madde değildir. Aynı şekilde “kadının beyanı esastır” diye bir ifade hiçbir zaman hiçbir kanunda olmamıştır. Bu söz, bir kanun maddesi değil, belirli suç tiplerine yaklaşımı anlatan hukuki bir ilkedir.

Bu ilke, kadınlara sınırsız bir güç vermek için ortaya atılmış bir şey değildir. İsteyen iftira atsın, karşısındaki tutuklansın anlamına hiç gelmez. Bu, özellikle kanıtlanması zor suçlarda mağdurun şikâyet hakkını kullanabilmesini sağlamak için geliştirilmiş bir hukuki yaklaşımdır. Uzaklaştırma, koruma, iletişim yasağı gibi önleyici kararlar bu şekilde alınır.

İstanbul Sözleşmesi de aynı bakış açısını savunuyordu. Orada da “kadının beyanı esastır” diye bir cümle yoktu. Sözleşme, kanıtlanması zor suçlarda mağdurun baştan susturulmamasını, beyanın ciddiye alınıp soruşturma başlatılmasını öngörüyordu.

***

Çünkü bu suçlar genellikle kapalı alanlarda işlenir. Tanık yoktur. Fiziksel delil çoğu zaman ya yoktur ya da çok kısa sürede ortadan kalkar. Fail çoğu zaman daha güçlüdür. Mağdur ise korkar, utanır, susmaya zorlanır. Şikâyet etmeye kalktığında karşılaştığı ilk soru “Kanıtın var mı?” olur.

İşte “mağdurun beyanı esastır” ilkesi tam bu noktada devreye girer. Anlamı şudur: Beyanı ciddiye al. Soruşturma başlat. Dinle. İncele. Üzerini kapatma. Beyan, otomatik suçlama ya da otomatik ceza değildir. Sadece hukuki sürecin başlaması için eşik kabul edilir.

Bu suçların mağdurları çoğunlukla kadınlar ve çocuklar olduğundan bu ilke topluma ‘kadının beyanı esastır’ gibi yansıtılmıştır. Oysa ilke cinsiyete bağlı değildir. Bir erkek de tacize, tecavüze ya da şiddete uğradığında onun beyanı da aynı şekilde dikkate alınır.

***

Tam da bu nedenle mağdurun söyledikleri hayati önem taşır. Bu beyanın ciddiye alınması bir tercih değil, bir zorunluluktur. Mağdurun beyanı, soruşturmanın başlatılması ve koruyucu önlemlerin alınması açısından açık ve net bir güvence hâline getirilmelidir. Bu yaklaşım zayıflatılmamalı, aksine daha güçlü ve net bir biçimde hukuk sistemine yerleştirilmelidir.

Çünkü bu suçlarda konuşamayan her mağdur, failler için yeni bir alan daha açar. Burada çözüm, mağdurun sesini kısmak değil. Tam tersine, adli süreçleri daha sıkı, cezaları daha net, infaz sistemini daha caydırıcı hâle getirmektir. Gerçek tehlike iftira ihtimali değildir. Gerçek tehlike, defalarca şiddet uygulamış canilerin aramızda dolaşmasıdır.




Yazarın Diğer Yazıları