Tokyo 37 milyon nüfusuyla dünyanın en büyük şehridir. 125 milyonluk Japonya’nın %30’u burada yaşamaktadır. 3.7 milyon kişinin yaşadığı metropolitan Atina, Tokyo’ya kıyasla çok küçüktür. Ama 11 milyon­luk Yunanistan’ın %34’ü Atina’da ikamet eder. 102 milyon nüfuslu Mısır’da halkın %22’si Kahire’de oturur. Çevresiyle birlikte Londra’nın nüfusu 14 mil­yondur. 68 milyonluk Büyük Britanya’nın %20’si burada yaşar. Avusturya’nın nüfusu 9 milyondur. Bu nüfusun %23’ü yani 2.1 milyonu Viyana’dadır. İstanbul 16 milyonluk bir büyükşehir­dir. 85 milyonluk Türkiye halkının %19’unu barındırır. Tahran da 16 milyon nü­fusuyla 84 milyon İranlının %19’unun yaşadığı kenttir.

10 milyonluk Macaristan halkının %17’si Budapeş­te’dedir. Bir şehrin nüfusu­nun ülke nüfusuna oranını bir tarafa bırakırsak Delhi 33, Şanghay 29, Dakka 23, Sao Paulo 23, Meksika City 22, Bombay (Mumbai) 21, Osaka 19, New York 19 milyonluk nüfuslarıyla mega kentler sıralamasında önde gelir. Bunlar adeta ülke olmuştur. Bu şehirlerin niçin ve nasıl bu kadar büyüdüğü­nün mutlaka iktisadi gerek­çesi vardır. Bugün tartışılan sorunun özü, bu gerekçenin, ülkenin dengeli gelişmesine “destek mi, köstek mi” olduğunda yatmaktadır.

ŞEHİRLER NEDEN VE NASIL BÜYÜDÜ

Büyümek, çevreden daha fazla kaynak kullanmak demektir. Filler, geyiklerden daha çok nebat tüketir. Daha fazla bitki yemesi, fillerin çevrelerine geyiklerden daha yararlı olduğunu göstermez. Filler bu yaşam tarzını, çevre­ye faydalı olduğu için değil, diğer hayvanlardan güçlü olduğu için sürdürür. Onlar yedikçe güçlenmiş, güçlen­dikçe daha fazla yemiştir. Şehirler de önce “tarımda” daha sonra “sanayide” yaratılan katma değeri kendine çekerek büyüme­sini finanse etmiştir. Buna karşılık ülke ekonomisinin ihtiyacı olan “hizmetleri” üretmiştir. Bunların başında iç ve dış ticaret, bankacılık, eğitim, sağlık ve eğlence gelir. Ancak kentlerde üre­tilen hizmetin büyük kısmı üretildiği yerde tüketilir. Mega kentler bu bakımdan kendi memesini emen inek gibidir.

Taşrada yaşayanlar “iç ticaret hadlerinin” hizmet fiyatları lehine değiş­mesi üzerine, biz enayi miyiz deyip, kente göçmüştür. Bu yüzden büyümenin iktisadi gerekçesi “kendini doğru­layan yanlışa” (self-proving fallacy) dönüşmüştür. Şehirler kalabalıklaştıkça kentsel arsa kıtlığı ortaya çıkmış, bu kıtlık astronomik mekan rantları oluşmasına neden olmuştur. Kente önce gelenler kısa sürede emekçiliği bırakıp, rantiye olmuştur. Mekan rantı yaratmak ve yaratılan rantlardan pay kapmak için iktidarı ele geçirmek, yerli ve milli demokrasinin “ana teması” haline gelmiştir.

DEVLETÇİLİK VE PİYASACILIK

14 Mayıs’a pek bir şey kalmadı. Bu seçimler, iktisat bağlamında “devletçi” ve “piyasacı” ideolojilerin mü­cadelesidir. Böylesi genelle­melerde hata payı yüksektir. Ancak Kemal Kılıçdaroğ­lu’nun, Tayyip Erdoğan’dan daha “devletçi” bir dünya görüşüne sahip olduğuna kimse itiraz etmez sanıyo­rum. İstanbul’un büyümesini durdurmak dahil, gündemde bulunan tüm sorunların çözü­münde liderlerin “zihniyeti” belirleyici olacaktır. Halk, Erdoğan’ın kitabında ne yazıyor biliyor. Ama “Or­tak Akıl” ile karar alacak “Millet İttifakı”nın kitabın­da ne yazdığını pek bilmiyor. Her karar, bir seçimdir denir.

Bir problemin tek bir çözüm yolu olsa bile, karar alıcının önünde her zaman “çözme­ye çalışmak” veya “çöz­meye çalışmamak” gibi iki seçenek vardır. Karar almak bir raddeye kadar hesap işidir. Nesnel yani objektiftir. Ama “son karar” daima bir tercihtir. Özneldir yani sübjektiftir. Karar alıcının tercih kıstası onun dünya görüşünü yansıtır. Halk, iki adaydan birini cumhurbaşka­nı seçecektir. Bu karar tam anlamıyla sübjektiftir. Kim seçilirse seçilsin, karşısında; sorun çözmede kendisiyle aynı tercihte olanlar kadar onunla tercihi örtüşmeyen bir kütle bulacaktır.

SON SÖZ: Tercihim kendimdir ama kendimle hemfikir değilim.