İnsanlık binlerce yıl boyunca açlıkla, kıtlıkla, yoklukla savaştı. Bedenimiz de buna göre evrimleşti. Enerjiyi depolamak, azla yetinmek, fırsat bulunca yemek üzere programlandık.

Sonra yeni teknolojilerle birlikte her şey değişmeye başladı. 1950’den sonra küresel gıda üretimi altı kat artarken, insanların günlük hareket düzeyi yarı yarıya düştü.

İnsan ilk kez açlıktan değil bolluktan zarar görmeye başladı. Bedenin sistemi kıtlık varmış gibi çalışıyor ama dünya ona “şımartılmış çocuk gibi” davranıyordu. İşte çatışma da tam burada başladı.

***

İnsanlık aslında sadece doğaya hayvanlara zarar vermekle kalmıyor, kendi kendini de sabote etme konusunda müthiş bir performans sergiliyor. Sonunda metabolik salgın diye bir şey icat etmiş durumdayız. Bu öyle resmi bir hastalık değil. Daha çok çağımızın toplu çöküşünü anlatmak için kullanılan bir kavram.

Metabolik salgın, modern yaşamın getirdiği yanlış beslenme, hareketsizlik, uyku düzensizliği ve kronik stres yüzünden toplumun çok büyük bir kısmında aynı anda ortaya çıkan metabolizma bozukluklarını ifade ediyor. Yani tek bir hastalık değil, birbirine bağlı bir zincir reaksiyon gibi çalışıyor.

Neden salgın deniyor? Çünkü bireysel değil, kitlesel. Neredeyse herkes aynı yaşam tarzı tuzağına düşüyor. Market rafları, ekran başında geçen saatler, düzensiz ve verimsiz uyku düzeni… Sonra şaşırıyoruz “Niye halsizim, niye şeker krizindeyim, niye kilo veremiyorum” diye.

***

Aslında metabolik salgın, teknolojik gelişmenin öngörülmeyen bir yan etkisi. Daha fazla kolaylık, daha az hareket, daha fazla çeşitlilik, daha az seçicilik, daha fazla erişilebilirlik, daha az farkındalık… Liste uzayıp gidiyor.

İnsan artık yemeği ölçüsüz, uyarıcıyı ölçüsüz, bilgiyi ölçüsüz, hızlanmayı ölçüsüz yaşıyor. Ölçüsüzlük de sadece bir alışkanlık değil, bütün metabolik, psikolojik ve sosyal bozulmaların ortak altyapısı haline gelmiş durumda. Yani eskiden yokluk öldürüyordu bugün fazlalık yavaş yavaş çökertiyor. Maalesef bedenin mimarisi çağdaş dünyanın aşırılık tasarımıyla uyumlu değil.

Günümüzde obezite, insülin direnci, hipertansiyon ve temeli iltihap olan hastalıklar (inflamatuvar hastalıklar) tıpkı bir virüs gibi toplumlara yayılmakta. Ancak bu salgının kaynağı mikroplar değil, insanın arzularını denetleyememesi.

***

Nietzsche’nin “insan, kendini aşması gereken bir varlıktır” sözü biyolojik anlamda ürkütücü bir doğruluk kazanmış durumda. Kendimizi aşamadığımız her yerde beden, zayıf halkayı göstermek için alarm veriyor.

Mesela stresi yönetemiyorsan önce mide bozuluyor, uyku dağılıyor, bağışıklık düşüyor. Hareketsiz kalıyorsan kaslar zayıflıyor, eklemler ağrıyor. Duyguları bastırıyorsan nefes daralıyor, çarpıntı başlıyor. Yani zihinsel bir engeli aşamadığında bedende fiziksel bir bedel ortaya çıkıyor. Beden aslında “yanlış yapıyorsun” diye sinyal gönderiyor. İnsan kendini aşamadığı her yerde biyolojik olarak da sıkışıyor.

Yani metabolik salgın bir beden krizi değil, bir medeniyet krizidir. Arzu, tatmin, konfor, üretim ve tüketim üzerine kurulu yaşam modelimiz kendi biyolojik sınırlarımızla çelişmektedir.

Aslında insanı güçlü kılan şey hiçbir zaman bolluğun kendisi olmamıştır. Asıl güç, elindekinin miktarında değil, o miktarı kontrol edebilme yetisindedir.

Belki de çözüm, bedenimizi düşman görmek yerine onu müttefik kabul etmektir. Beden bize sürekli ipucu veriyor. Yoruluyor, şişiyor, geriliyor, uyarıyor. Onu yeniden dinlemeyi öğrenebilirsek hem bollukla başa çıkmayı hem de kendimizi aşmayı başarabiliriz.