Yukarıda kısmen yer verdiğimiz gibi Başkomutan’ın önünde elde edilmesi gereken iki önemli hedef vardı: Trakya’yı Yunanlardan ve İstanbul ile Çanakkale’yi işgal kuvvetlerinden arındırmak. Doğrudan savaş kazanılmıştı. Ancak yeni bir savaş riski vardı. Bu risk giderilmeli ve dolaylı savaş da zayiatsız kazanılmalıydı.
Öncelikle İngiltere’nin Akdeniz Donanması Komutanı’na bir cevap vermek gerekiyordu. Çünkü amiral sormuştu: “Harpte miyiz, değil miyiz?”
Verilen yanıt son derece diplomatikti. İnönü anılarında yer vermiş: “Aramızda henüz sulh yapılmamıştır, İngilizlerle sulh halinde değiliz" dedik. İstanbul Hükümeti tazyik edilerek Sevr Muahedesi’nin imzalandığını, fakat bizim Sevr Muahedesi’ni tanımadığımızı belirttik. İngiliz bahriye zabiti cevabımızı aldı, gitti. Ama sonunda ne çıkacağını bilmiyoruz. (1)

(Türk ordusu İzmir’de)
Yanıt diplomatikti, çünkü “sizinle savaş halindeyiz” demek yerine “sulh halinde değiliz” diyerek takdir hakkını karşı tarafa bırakıyor; örtük bir şekilde “eğer isterseniz savaşırız” mesajı verilmiş oluyordu.
Bu mesaj doğru anlaşılmış olmalı ki, İngilizleri arayışa sevk etti. İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, 14 Eylül’de Lord Curzon’a, "Savaşan tarafların artık birbirleriyle temasları kalmadı. Konferans çağrısı için şimdi en uygun zamandır. Ordularına ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir’ diyen Mustafa Kemal’in ikinci hedefi
Trakya’dır. Konferans olmazsa Trakya’ya geçmeye çalışacaktır. Gecikirsek güç durumda kalırız” diye yazdı.(2)
Yüksek Komiser’in kanaatleriyle Başkomutan’ın İzmir’de İngiliz Konsolosu’yla yaptığı ve oldukça sert geçtiğini İnönü’den öğrendiğimiz görüşme sonucu konsolosun yargıları örtüşse gerekti. Ancak Londra’da farklı bir hava esmekteydi; çünkü İngiliz Savunma Bakanlığı’nın 16 Eylül 1922’de İstanbul’daki General Harington’a çektiği mesajdan başka bir çözüme yöneldiği belli olmaktaydı: “Kabine, iki tümeni daha seferber edip Mustafa Kemal’e karşı koymak niyetindedir. Mustafa Kemal, Müttefikler’e saldırıya geçecekse önce Çanakkale Boğazı’nın Anadolu kıyılarını işgal edecektir, sanıyoruz.”(3)
Bu noktada, genelde devletlerin merkezi yöneticileriyle merkez dışındakilerin farklı değerlendirmelerine tanık oluyoruz. Birinciler daha kuramsal ve önceden belirledikleri politikaya aşırı bağlı; ikinciler ise sahanın gerçeğiyle daha uyumludur. Bir süre sonra ikincilerin kendini kabul ettiren tutumuna tanıklık edeceğiz.
İstanbul’u almak bizim için birkaç günlük iştir
Kararlılık Mesajları
Başkomutan da her imkândan yararlanarak dünyaya hem barış hem de kararlılık mesajı vermekteydi. Bunlardan birinde Daily Mail meşhur muhabiri G. Ward Price’a, “İzmir’i aldıktan sonra savaşa devam etmemizi gerektiren bir mesele kalmamıştır. Biz, zaten Suriye ve Mezopotamya’dan toprak istemiyoruz. Gayemiz, Türklerin çoğunlukta bulunduğu vatan toprakları üzerinde ‘Yeni Türkiye’yi kurmaktır” demişti. Muhabirin, “Ya müttefikler İstanbul’u size bırakmazlarsa ne yapmayı düşünüyorsunuz” sorusuna; Başkomutan, “Ordularımla İstanbul’a yürümek zorunda kalırım ki, İstanbul’u almak bizim için birkaç günlük iştir” cevabıvermişti.(4)

(Ankara, 2 Ekim 1922)
Başkomutan önemli görüşmelerinden birini de 18 Eylül 1922’de İstanbul’dan bir torpidobotla gelen Fransız Fevkalade Komiseri General Maurice Pellé ile yaptı.
Ana konu, kendisinin İstanbul’daki Ankara temsilcisi Hamid Bey’e yazdığı ve Amiral Dumesnil ile gönderdiği mektupta kullandığı, “Başladığımız askeri harekâta Misakı Milli sınırı dahilinde bulunan memleket kısımlarımızı tamamıyla geri alıncaya kadar devam etmek tabiidir. Harekâtı tatil edip konferans talep etmek niyetinde değiliz. (...) Fakat silahla İtilaf askerine, bilhassa Fransız kıtalarına temas etmek istemeyiz” ifadesiydi.(5) General Pellé, Trakya’nın ve İstanbul’un Müttefiklerce bırakılacağını ancak bunun hemen istenmesini ve zorla yapılması hususunu benimsemediklerini açıkladı.
Başkomutan ise “Biz İstanbul’a ve Trakya’ya sahip olmak isteriz. Fakat mutlaka kuvvetle buna ulaşmak arzumuz yoktur” diyerek hem hedefini hem de yöntemini açıkça ortaya koydu. Konuşmada ayrıca İngilizlere güvenmediğini, serbest bölge (Boğazlar) diye bir yer bilmediğini ifade etmişti. Görüşmenin tamamı okunduğunda İngiltere ve Fransa’yı birbirinden uzaklaştırıcı bir yaklaşımı benimsediği de açıktır.(6)
Sonuç olarak General Pellé’nin “harekât dursun” önerisi kabul görmedi.(7)
Mesaj açık ve netti: İşgali bırakın ve bunu çatışmadan sağlayalım... Nitekim Kâzım Karabekir Paşa’ya 22 Eylül’de çektiği telgrafta “Herhalde meseleyi siyasetle çözümlemeyi tercih etmekteyiz” demekteydi.(8)
Mesele İtilaf kuvvetlerini barış görüşmesine zorlamaktı. Ancak onlar pek oralı görünmemekteydi. Ortada bir savaş olasılığı vardı, ancak bu da arzudilmiyordu. Sonuçta varılan nokta, orduları kuzeye, Çanakkale’ye doğru yürütmekte bulundu. Batı Cephesi Komutanlığı’nca 19 Eylül 1922’de verilen emir gereği birlikler İstanbul ve Çanakkale Boğazları’na ilerlemeye başladılar.(9)
O günleri İnönü’den öğrenelim: Şimdi Boğazlar üzerine yürüyoruz. Büyük kuvvetlerle Çanakkale’ye doğru gidiyoruz. Bizim kuzeye sevk ettiğimiz kuvvetler, karşımıza çıkacak İngiliz kuvvetlerine nispetle çok fazla. Fakat kararlıyız. Üstün kuvvetlerle gideceğiz ve silah atmayacağız. Kıtaatımız kuvvetli bir inzibat altında, ateşe maruz kalsalar bile silahlarını katiyen kullanmayacak. Bu kesin talimat içinde kıtaatımızı Çanakkale’ye doğru sevk ediyoruz. Cihan Harbi galip müttefiklerine, Türklerle sulh müzakeresine girmek lazım olduğu anlatılacak. Tedbir keskin bir ilaç gibi derhal tepkisini bütün dünyada gösterdi. İngiltere Başvekili, müttefik ve tüm dominyonlara Türk tehlikesini feryat etmeye başladı.(10)
İngilizlerin Telaşı
Dönemin Milli Savunma Bakanı’na göre, Türk birliklerinin Boğazlar’a yürüyüşü İngiltere’yi telaşa düşürdü ve İstanbul ve Çanakkale’yi savunmak için hazırlıklara girişti.(11)
Telaşın sebebi “ikinci bir Çanakkale yenilgisi yaşama” kaygısından kaynaklıydı. Zira Çanakkale’deki zayıf İngiliz kuvveti (5 bin kişilik) yenilgiye uğrar, İstanbul da Türklerin eline geçerse İngiltere için ikinci bir Çanakkale hezimeti yaşanmış olacaktı. O dönem Londra’da gözlemci olarak bulunan Nihat Neşet Belger, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldığında gözlediği bu telaşı Fahri Belen’e aktarmıştı.(12)
Bu telaşla İtilaf Devletleri 20-25 Eylül 1922 tarihlerinde Paris’te toplandı. Sovyetler Birliği de verdiği bir notayla Paris toplantılarına ortak olmuş oldu. Boğazlar konusunda bir oldubittiyi kabul etmeyeceklerdi. Bu, Başkomutan için önemli bir destek oldu.(13) Bu noktada temas etmeden geçmeyelim. Bir İngiliz belgesi, Vahdettin’in de meseleye nasıl baktığını anlatıyor ve günümüzde yürütülmeye çalışılan yapay tartışmalara cevap özelliği taşıyor. İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, Lord Curzon’a yazmış: “Padişah Hükümeti, müttefiklerin tez elden konferans toplamalarını arzuluyor. Mustafa Kemal’in İstanbul’a yaklaşmasından kaygılanıyor. Padişahın geleceği karanlık. Padişah, zaferden dolayı Mustafa Kemal’i kutlamayı reddetti.”(14)
Savaş Hilesi
Armstrong, meseleyi iki komutanın tavırları düzleminde masaya yatırmış. Ona göre Başkomutan “çelik iradeli ve azimliydi”. Bu savaşta, “ya Türkiye ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı. Rakibini incelemişti”. Oysa General Harington: “Bir askerden çok bir diplomattı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.”
Askerlerin silahlarını ters çevrilmiş (namluların yeri gösterecek şekilde omuza asılması hali) halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru
ilerlemelerini Mustafa Kemal’in savaş hilesi olarak görmektedir.(15)

(Fransız diplomat Franklin Bouillon ile... İzmir, 28 Eylül 1922)
Savaş hilesi doğrudur. Ancak Mustafa Kemal ile Harington’u karşılaştırmak iki yanıyla uygun değildir. Birincisi sorumlulukları açısından: Biri karar verici, diğeri uygulayıcıydı. İkincisi kapasite açısından: Mukayeseyi kabul etmeyecek kadar büyük bir fark vardı. Bu arada Türk birlikleri Erenköy ve Biga’yı aldı.
2. Süvari Tümeni süvarileri, tüfekleri omuza asılı ve namluları aşağıya dönük olduğu halde İngiliz birliklerinin arasından süzülüp daha da ileriye gittiler. Tüfeklerin, hasımca bir davranış göstermeyen taşıma biçimi, İngiliz askerinin ateş açmasına da yol vermemişti. Notalar karşılıklı geldi ve gitti. Ancak hiçbir sonuç vermedi. Başkomutan Türk askerini geri çekmedi. İngiliz Başbakanı, Türkiye’ye savaş açmak için çırpındı. Dominyonlarından da destek alamadı. General Harington’un askerlerine ateş açtırmaması ise sağduyulu bir asker tavrıydı.(16)
Harington’un ateş açtırmamış olması, Türk askerlerinin tüfeklerini omuzlarına ters asmaları karşısında İngilizlerin çok şaşırmasına bağlanmaktadır.(17)
Bütün bunlar arasında 27 Eylül’de Yunanistan’da ihtilal oldu. Kral tahtını bırakıp ülkeyi terk etti. Fakat İhtilal Komitesi adına yapılan açıklamada, Yunanistan’ın Doğu Trakya’yı bırakmayacağı ve bunun için gerekirse dövüşüleceği bildirildi.(18)
Yeni Hayata Açılan Pencere Başkomutan, 28 Eylül’de İzmir’e gelen Fransız Franklin Bouillon ile görüştü. Paris görüşmeleri hakkında bilgi aldı. Ateşkes önerisiyle geldi ve Trakya’nın boşaltılacağı, Boğazlar’ın iki yanında Milletler Cemiyeti denetiminde askersiz bölge kurulacağı garantisi verdi. Başkomutan, 28 Eylül’de General Harington’a yazılı karşılık verdi: “... Çanakkale cephesindeki kuvvetlerimizin kumandanlığına emir verdim. Fransızlar ile İtalyanlar gibi, sizin dahi Asya sahilinde bulunan kıtalarınızı geri çekmeye hazır olduğunuz takdirde, Boğazlar sahilinde bulunan kıtalarımıza, yavaş yavaş geri çekilmeleri ve yalnız mülki idare ile polis teşkilatını tanzim etmekle yetinmeleri hususunda emir vermeye hazırım.”(19)
İnönü’ye göre yeni durum yeni bir hayata işaret etmekteydi: “Dört-beş gün süren dünya ölçüsünde bir gerginlik ve hazırlıktan sonra, bizi mütareke müzakeresine çağırdılar. Yeni hayatın penceresi, artık açılmıştı.”(20) Başkomutan 29 Eylül 1922’de yazdığı ve Fransa Başbakanı Poincaré’ye gönderdiği
mektupta, Mudanya Konferansı’nın kabul edildiğini, açılışın 3 Ekim 1922 tarihinde olacağını, temsilci olarak Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın tayin edildiğini ve konferans konularını bildirdi.(21) Bu karar, üç yıldır süren savaşın son irade tesciliydi. Çanakkale’de mermi atmayan askerin zaferiydi. Zaferlerin en değerlisiydi. Sun Tzu’nun dediği gibi...
Başkomutan 2 Ekim 1922’de Ankara’ya döndü.

(Mudanya Mütareke Evi Müzesi)
Mudanya Mütarekesi
Görüşmeler 3 Ekim’de başladı. Temel talep bir an evvel Trakya’nın teslim edilmesiydi. Harington, Trakya’nın boşaltılmasını geciktirmek istiyordu. Meriç doğusunda İtilaf’ın kuvvet bulundurması şartını öne sürdü. Bir tampon bölge oluşturulmasını istedi. İnönü, Trakya’nın bir an önce boşaltılması ve bu kuvvetin Meriç batısında bulundurulması şartını ileri sürdü. İngiltere hâlâ vakit kazanma peşindeydi. Ancak İngiliz kamuoyu artık savaş istemiyordu. Fransa ve İtalya, Türk taleplerini desteklemekteydi. Durumun aleyhte gelişeceğini sezen Mustafa Kemal Paşa, 6 Ekim’de ordulara Boğaz’a karşı hareket serbestliği verdi. Bunun üzerine İsmet Paşa, Trakya’nın boşaltılarak Türkiye’ye teslimini, bu kabul edilmezse harekete geçileceğini bildirdi. Kongre başlarken Şükrü Naili Paşa’nın
komutasındaki 3. Kolordu İstanbul Boğazı’na yürüyecek şekilde Şile ile İzmit arasındaki bölgeye; Çanakkale Boğazı bölgesinde Kâzım Paşa komutasındaki 6. Kolordu Biga Bayramiç-Ayvacık bölgesine intikal ettirilmişti.
Albay Zeki Soydemir komutasındaki 2. Süvari Tümeni, Çanakkale’de tarafsız bölgeye girmiş, İngilizlerin tel örgülerine kadar yanaşmıştı. Bu manevralar askeri durum üstünlüğü altında konferansa başlama avantajı sunmuştu.(22)
General Harington da gerekirse Türk kuvvetlerini ateşle karşılama yetkisini almıştı; fakat henüz Çanakkale’yi savunacak durumda olmadığı için tetiği çekmek güçtü. Tehdit işe yaradı. Sonuçta Trakya’nın bir ay içinde boşaltılmasına karar verildi. Ancak İtilaf kuvvetleri Meriç’in doğusunda ve tarafsız bölgede bulunmaya devam edeceklerdi.(23) 11 Ekim’de Mudanya Mütarekesi imzalandı.
Çatışma bitirildi.
İki Ders
İki dersi buraya not olarak düşelim: Bir: Atatürk, Kurtuluş Savaşı başlangıcında yaptığı tutarlı muhakemesinde Batı kamuoyunun yeniden bir savaş istemeyeceği saptamasında bulunmuştu. Üç yıllık süreç bunu doğruladı. Yunan ordusunun mağlubiyetinden sonra İngiltere’nin yeni kuvvet oluşturma çabası sonuçsuz kaldı.
Alınan sonuçta en büyük etmen sadece İngiltere kamuoyu değil, Fransa ve İtalya halklarının da savaş istememesi oldu. Bu tutarlılığı kavramak için başa dönelim. Erzurum’a gidelim. Cevat Dursunoğlu’nun Şevket Süreyya Aydemir’e anlattığı, onun da yazıya döktüğü satırları okuyalım:
Masanın üzerine bir harita serilmişti. Mustafa Kemal elini, dünyanın bu kudretli merkezi üstüne koydu. Ve sonra sanki önündekiler, şu beş Erzurumlu değil de,
yeni ordusunun kurmaylarıymış gibi, onlara, İmparatorluğun artık dağılabileceğinden, ama Türk milletinin ölmeyeceğinden bahsetti. Ellerini bazen sanki dünyayı kucaklayacakmış gibi açarak, galiplerin hem kudretinden hem kudretsizliklerinden bahsetti: Galipler, artık savaş etmeyeceklerdir. Galipler, artık
korkulacak kudretler olmaktan çıkarılan Fransız birlikleri, silah dahi atmadan gemilerine dönmüşlerdir. İngiliz ordusunda askeri itaatsizlik başlamıştır. Milletler artık savaş istemiyorlar, vb...(24)
İki: Doğru ve yerinde kullanmak koşuluyla güç hemen hemen her şeydir. Uluslararası ilişkilerin temel belirleyicisidir. Geçmişte yaşanan olaylara bugünün kuvvet dengesi perspektifinden bakarak yargılamalarda bulunmak uygun bir yaklaşım değildir.
Refet Paşa İstanbul’da
Mudanya Ateşkes Sözleşmesi 15 Ekim’de yürürlüğe girdi. Başkomutan, Başbakan Rauf Bey ile Doğu Trakya’nın teslim alınmasıyla ilgili olarak Refet Paşa isminde karar kıldılar. Refet Paşa karargâhını süratle kurdu. 120 kişilik jandarma bölüğüyle 19 Ekim 1922’de Gülcemal vapuruyla İstanbul’a hareket etti. Başkomutan, Refet Paşa’ya hareketinden önce İstanbul’daki hareket tarzı konusunda gerekli talimatı verdi. Bu konuda hatasız davrandı. İstanbul artık Ankara’nın
emrindeydi...(25)
Atatürk, İzmir zaferinden sonra ordusunu toplayıp İstanbul üzerine hareket etmemesini eleştirenlere şu cevabı vermiştir: “... Böyle düşünenler olabilir. Arkadaşlar biz harbi kazandık. İstanbul bizimdir, Trakya da bizimdir. (...) Karşımızda İtilaf devletleri vardır. Bunlarla arayı bozmak menfaatimize aykırıdır, Türk milletini maceraya sürükleyemem. Tek bir ferdinin dahi dökülecek kanı yoktur. Biraz rahat ve istirahat edip huzura kavuşmak haklarıdır. Böyle bir maceraperestliği üzerime alamam. Gördüğünüz gibi Mudanya Mütarekesi’yle bütün haklarımız şimdiden kabul edilmiştir.”(26)
Konuşmanın tanığı olan Arıkoğlu, Mustafa Kemal için, “Ne istediğini bilen ve nerede durulması icap ettiğini gören bir insan” nitelemesi yapmaktadır.
İlerlemesini bilmek kadar durmasını bilmek de stratejinin altın kuralları arasındadır.
DİPNOTLAR
1 İsmet İnönü, Hatıralar, s. 285.
2 Bilâl Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt-4, s. XCVI.
3 Bilâl Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt-4, s. XCIX.
4 Naşit Hakkı Uluğ, Emperyalizme Karşı Türkiye (1922-1924), Belge Yayınları,
Tarih Dizisi: 1, 1971, s. 18.
5 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 13, s. 297.
6 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 13, s. 311.
7 İsmet İnönü, Hatıralar, s. 288.
8 Utkan Kocatürk, KAG, s. 301.
9 Celâl Erikan, Kurtuluş Savaşı Tarihi, s. 398.
10 İsmet İnönü, Hatıralar, s. 288.
11 Kâzım Özalp, Milli Mücadele, s. 236.
12 Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 519.
13 Alev Coşkun, Asker İnönü, s. 572.
14 Bilâl Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt-4, s. C.
15 Harold C. Armstrong, Bozkurt, s. 233.
16 Celâl Erikan, Kurtuluş Savaşı Tarihi, s. 398
17 Johannes Glasneck, Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur Yayınları, 2014, s.134.
18 Alev Coşkun, Asker İnönü, s. 572.
19 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 13, s. 347.
20 İsmet İnönü, Hatıralar, s. 288.
21 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 13, s. 350, 351.
22 Türk İstiklal Harbi, II. Cilt, Batı Cephesi, 6. Kısım, 4. Kitap, Türk İstiklal Harbinin Son Safhası, s. 102.
23 Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 520 vd.
24 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İkinci Cilt, s. 114.
25 Türk İstiklal Harbi, II. Cilt, Batı Cephesi, 6. Kısım, 4. Kitap, s. 168, 169.
26 Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s. 297.