Konuşan kafalar cehennemi

Televizyonlardaki tartışma programlarının asıl amacının kitleleri aptallaştırmak olduğunu kendi çevremdeki en parlak beyinlerden anlayabiliyorum. Bir arkadaşım bana durmadan “Bu dönemin en iyi yorumcusu Levent Gültekin, en doğru analizleri o yapıyor, tam doğru noktalara atış yapıyor, hem de içeriden bilgi alıyor” diye yeni parlayan bir konuşan kafayı bana anlatıyordu.
Belli ki şimdi o moda olmuş. Bilmesem, belki inanacağım.
Kendi mahallesinden dışlandığı için muhalif olanlardan. İçeriden mi? Epeydir değil. Çok derin analizler mi yapıyor? Aksine mahalle kahvesinde, taksi şoförüyle sohbette otomobil radyosundan duyduğu kadarıyla haberdar olduğu konularda yorum yapan birinin söyleyeceklerini ekranda dillendiriyor.
Bir parça üst perdeden, biraz daha süslü kelimelerle, belli bir jargonla konuşunca entelektüel sayılıyor. Erdoğan düşmanlarının hoşuna gittiği için de prim yapıyor. Bunun biraz daha avam versiyonu yine sırf televizyonda birkaç kere görünüp CHP milletvekilliğine yükselen Barış Yarkadaş.
Biraz haberdar, biraz eğitimli, bilgiye aç birine
bu isimler ne verebilir? Oysa bu düzey Türkiye’ye yetiyor.
Fuat Avni gibi bir karakter sadece entelektüel derinliği sınırlı Türkiye’de fenomen olabilirdi, oldu da.
Birkaç polis kaynağından aldığı küçük operasyon haberleri dışında hiçbir şey tutturamayan Fuat Avni’nin sadece biliyormuş gibi gözüküp birkaç tweet atması ‘iktidarı tehdit eden isim’ konumuna ulaşmasına vesile oldu.
Prototip bir Fuat Avni tweet’i hedef aldığı kişinin (ki hep Cumhurbaşkanı Erdoğan) çok yakınındaymış gibi gösterip doğrulanması imkansız, ama inandırıcı sanılabilecek bilgi vermesinden ibaret.
“O sabah Y.... çok öfkeli uyandı, hemen danışmanlarını çağırdı ve onlara bağırmaya başladı.”
Erdoğan’ın o sabah nasıl uyandığını eşi dışında hiç kimsenin bilmesine imkan yok. Öte yandan öfke kontrolü problemi olduğu ve danışmanlarını sık sık azarladığı da bilinen bir gerçek. Bilinmese bile medyadan tanıdığımız Erdoğan bunları yapabileceğini düşündüğümüz birisi.
Gerçek mi peki? Fark etmiyor işte. Tek inandırıcı kıstas inandırıcıymış gibi gözükmesi.
Birkaç İnternet sitesi de üzerine atlayınca birden evinden (büyük ihtimalle Amerika’da) oturduğu yerden uyduran biri (büyük ihtimalle polis eskisi) aniden meşru bir kaynağa dönüşüyor: Fuat Avni
yine bildi. Alt alta koyun, pek bir şey bilmediğini göreceksiniz.
Yüzeyselliğe olan ilgi kartopu gibi her yeri sarınca, televizyon programcıları da işin kolayına kaçtı. Eskiden TRT açık oturumlarında, sonradan “Siyaset Meydanı”ndaki tartışmalarda izleyici illa bilmediği bir şey öğrenir, düşünmediği şeyleri söyleyen birileri ekrana çıkardı.
Bugünlerde Şirin Payzın’ın televizyon programlarında Levent Gültekin yoksa, illa Kemal Öztürk var. Biri diğerinin aynısı neredeyse, tek farkları politik olarak durdukları, kendilerine oynamaları için verilen alan.
Bir sene öncesine kadar hiçbirimizin, hatta medya çalışanlarının bile adını bilmediği bu iki isimden biri muhalif, biri yandaş. Ama ikisinin özelliği de tıpkı Fuat Avni gibi çok şey biliyormuş gibi davranıp, aslında hiçbir şey bilmemeleri.
Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazan Kemal Öztürk daha önce Anadolu Ajansı’nın genel müdürüydü. Görevden ayrılınca piyasaya düştü çünkü sürekli adam öğüten iktidarın yeni yandaşlara ihtiyacı var.
Yeni Şafak’taki köşesinde geçenlerde kulis haberi vermeye kalkan Öztürk’ün ilk girişimi şu: “Hükümeti kurma görevi Kemal Kılıçdaroğlu’na verilecek!”
Sırf bu kulis bile Öztürk’ün kaynaklarının zayıflığı, mesleki kıdeminin ve yeteneğinin yetersizliği hakkında yeteri ipucunu veriyor.
Mesele aslında konuşan kafalarının kim olduğu değil. Aksine, ekranın bir medya aracı olarak yapısının sadece bu gibi karakterlere uygun olması. Herhangi bir derinliğe izin vermeyen, aslında eğlenceye hizmet eden televizyonda uzman olmanın tek şartı ağzının iyi laf yapabilmesi.
Bir zamanlar Savaş Ay’ın sabahlara kadar süren A Takımı panelleri vardı ve bilirkişi olarak Sacit Aslan yer alırdı. Hemen her tartışmada, her konu Sacit Aslan’ın yorumuyla kapanırdı. Konuyla ilgisinden değil, sadece o role uygun olduğundan. Ama o yıllarda program nispeten zararsız olan magazin alanında bu sirki sergilerdi. Ne yazık ki bu alışkanlık, bu sığlık artık habere sıçradı.
Arz-talep meselesi ayrıca. Türk izleyicisinin de bir parça derinliğe pek merakı, isteği yok zaten: Slogan atanlara alkış var.
Tek bir çözüm var: Ekranı kapatın. Fuat Avni’yi de “unfollow” edin. Sadece Türk olduğumuz için kendimizi cezalandırmak zorunda değiliz, beyinlerimiz bu kadar kirlenmeyi hak etmiyor.

Adeta bir Bond filmi

Vizyonda darbe var




Ka­çış Yok fil­min­de Pi­er­ce Bros­nan ade­ta bir Bond gi­bi, dar­be olun­ca ha­ya­tı teh­li­ke­ye gi­ren Owen Wil­son ve ai­le­si­ni kur­ta­rı­yor.

Bu hafta vizyona giren “No Escape” (Kaçış Yok) filminin kuşkusuz en çarpıcı sahnesi terör ortamından kaçarken babanın kızını kurtarmak için damdan atması. Owen Wilson’ın oynadığı babanın planına göre önce eşi çatıdan atlayacak, ardından o kızını annesinin üzerine doğru atıp kurtaracak.
Owen Wilson’ı hiç bu kadar sert bir kararın eşiğinde görmemiştik.
Bu vahşi sahnenin nasıl sonlandığını anlatmayacağım, filmin keyfini kaçırmayayım.
Ama adı konmamış bir Uzakdoğu ülkesinde aniden darbe olunca ortada kalan Amerikalı çiftin hikayesinin tankların sık sık yürüdüğü Türkiye’de beğenileceğini düşünüyorum.
Üstelik artık beyaz saçlı olsa da ebedi James Bond, hatta bu karakterden bir türlü kurtulamayan Pierce Brosnan da var başrolde. Ve neredeyse yine Bond rolünde: Owen Wilson ve Lake Bell’in oynadığı çiftin önce uçakta karşılaştığı, darbe olduğunda onları koruyan gizemli karakteriyle.
Bu film vesilesiyle Owen Wilson’la söyleşi imkanı bulduk. Los Angeles’ta yaşayan Melda Yahşi’den rica ettim ve “Midnight in Paris”ten de tanıdığımız Owen Wilson SÖZCÜ’ye bire bir söyleşi verdi.
Ağır aksak konuşan, her kelime arasında yaklaşık 10-20 saniye duraksayan, sık sık ‘Ummm’ diye cümleye giren Owen Wilson...
Sipariş sorularımdan biri, Wes Anderson filmlerinde oynayan, hatta bazılarının yazımına katkıda bulunan Wilson’ın bu yönetmenle ilişkisiydi. Hangi filmde oynarsa oynasın kendisini en iyi Wes Anderson’ın kamerasına gösteriyor bana kalırsa.
“Üniversitede ortak bir arkadaş sayesinde tanışıp arkadaş olduk” diye anlatıyor Wilson. “Aynı evde oturmaya başlayınca beraber çalışmaya da başladık. Wes daha o zamandan yönetmen olmak istiyordu. Birlikte bir senaryo yazdık, ‘Bottle Rocket’ filmine dönüştü.“
Gerisi bildiğiniz gibi sinema tarihi.
Benim için her zaman gizemli, garip, bir şekilde büyüleyici ve her zaman merak ettiğim Owen Wilson başka neler anlattı...

Owen Wilson SÖZCÜ’ye konuştu

Her senaryoya karışırım




Owen Wilson bundan sonra
yönetmenlik de yapabileceğini
söylüyor.

- “Kaçış Yok” filmi için fiziksel bir hazırlığınız oldu mu? Aksiyon filmi, bir Bond filmi gibi sonuçta...
Ha ha. Fazla bir fiziksel hazırlık olmadı. Zaten epey aktifimdir. Bu karakterin bana ilginç gelen yani hazırlıksız biri olmasıydı. Alışılagelmiş süper kahraman filmi olmaması. Kendimin yapabileceğine inanmadığım şeyler yapmıyor. Hikayeyi de sevme nedenim her şeyin inandırıcı gelmesiydi.
- Bizim de kendimizi görebileceğimiz bir karakter. Peki baskı altında soğukkanlılık?
Duruma bağlı. Her şey gibi. Genelde çok tutarlı değilimdir. İnsan bilemez ama çocuklarımı ilgilendiren bir tehlike durumunda sakin olup elimden gelenin en iyisini yapabilme şansım artar eminim. Her insan aynıdır sanırım.
- Evet darbe oluyor ama Amerikalıların yurtdışına çıkış korkularına da sesleniyor sanki.
Olabilir ama insanlar için benzerleriyle olmak, kendi grubuyla birliktelik çok güçlü bir içgüdü. Kendi dilini konuşmayan, bilmediğin yerlerde yasayan insanlar rahatsızlık veya çekingenlik uyandırabilir. Yabancı bir yerde yabancı olmak zor.
- Amerikalıların sadece yüzde 20’sinin pasaportu olduğu düşünülürse.
Acayip! Belki bu film İsveç veya Avustralya gibi çok seyahat eden insanların bulunduğu ülkelerde farklı karşılanır. Çok seyahat eden biri de neler neler görüyor. Böyle şeyler oluyor dünyada. Maui’deki Amerikalı komşum Filipinler’de büyümüş. 1989’da orada bir ayaklanma olmuştu. Oturdukları bina karşıt güçlerin çarpışmalarının ortasına düşmüş. Böyle şeyler oluyor.
- Filmdeki tek sarışın karakter sizinki. Diğer Batılılar bile hep koyu saçlı. İnsan fazla sarışın, fazla zengin, fazla zayıf olabilir mi?
Ha ha ha! Evet “Asya’nın Lawrence’ı” değilim ve evet fazla sarışın, fazla zengin, fazla zayıf olunabilir. Donald Trump’ta gözlemliyoruz bunu biraz.
- Yazdıklarınıza bakıldığında kişisel, belki sivri bir espri anlayışı, hatta hayata bakış göze çarpıyor. Yazarlıkla oyuncu kişiliğiniz aynı mı?
Yazdıklarımı Wes ile birlikte yazdık ve tümünü o yönetti. Film bir anlamda yönetmenin aracıdır. Wes ile aynı anlayış ve görüşlerdeyiz ama Wes’in filmleri en azından görsel açıdan onun benzersiz imzasını taşır.
- Senaryoya ne kadar müdahil oluyorsunuz?
Oyunculuk yaptığım tüm filmlerde repliklerde değişiklik yapmışımdır. “Midnight in Paris”te bile Woody Allen değişiklik yapmamı teşvik etti. Sonuçta hepsi yönetmenin süzgecinder geçer. Wes’e yazdığım şey Wes’in süzgecinden, Jackie Chan ile oynadığım “Shanghai Noon” için yazdıklarım o yönetmenin süzgecinden geçer.
- Yönetmenlik yapacak mısınız?
Basın toplantılarında sorulmadıkça aklıma gelmiyor ama. Evet ya, yönetmeliyim gerçekten. Kendim yazıp yönetmek isterim. Kamera meselelerini pek bilmiyorum. Çeşit çeşit yönetmen var ama. Herkes Wes ve Scorsese gibi görselliği iyi biliyor değil. İyi bir hikaye yazıp basitçe çeken bir yönetmen de olabilir. Oyuncularla çalışmak hoşuma gider ve o konuda rahat hissederim ama kamera konusunda güvensizim.
- Wes de yardım eder.
Yapmalıyım! Kesinlikle!

Tahminler yanıldı

İşte yeni şehrim




Brooklyn’den sonra DC bir kültür şoku olacak.

Yeni bir şehre taşınacağımı yakın arkadaşlarım biliyordu. Geçen hafta, bir parça gizem yaratmak için taşındığımı ama nereye gittiğimi söylemedim. Soran herkese söyledim.
Ama bir de tahmin edenler oldu.
Genellikle bu tahminler yanıldı. Ağırlıklı olarak herkes Los Angeles’a taşındığımı düşünüyordu. Herhalde beni LA’e yakıştırdılar ya da yıllar içinde yazılarımdan falan bu şehre düşkünlüğümü anladılar.
Los Angeles, genel anlamda California, benim için bir cennet, varılacak bir son durak adeta. Giden bir daha gelmiyor, derler. Her gittiğimde oturduğum yerde kalayım, hiç kımıldamayım, her şeyi geride bırakayım, hatta eşyalarımı bile getirmeyip hayata orada sıfırdan başlayayım diyorum. Geçtiğimiz yıllarda LA’e taşınmayı birkaç kere ciddi ihtimal olarak değerlendirdim. Hep bir sonraki seneye erteledim.
Sonunda geldiğim nokta ise Los Angeles’tan çok uzak.
Aslında bir medya bilmecesi sorup bu konuyu iyice sakız gibi uzatmak istiyordum: Ali Kırca, Ufuk Güldemir, Sedat Ergin, Serdar Turgut ve Yasemin Çongar’ın ortak noktası nedir diye...
Evet, Washington DC’deyim. Bir kültür şoku mu olacak, yepyeni bir pencere mi açılacak göreceğiz. Ama DC’de olmak için de mükemmel bir zaman sanki... Yeni bir Amerikan seçimi yaklaşıyor, Türk-Amerikan ilişkileri yepyeni bir boyut alacak... Bakalım, yerinde göreceğiz.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.