20’nci yüzyılın başlarındaki İngiltere’de kadınların oy verme hakkı mücadelesini konu alan ‘Diren!’ bizim gibi demokrasiyi başarıyla içselleştirememiş ülkelerde daha dikkatle izlenmeli...



Kadınlara oy verme hakkı, en uygar Batı medeniyetlerinde bile zorla ve büyük mücadelelerle edinilmiş bir haktır. ABD’de 1920’de, İngiltere’de 1928’de kadınlara oy verme hakkı tanınmıştır. Türkiye’de de Mustafa Kemal Atatürk sayesinde Fransa ve İtalya’dan da önce, 1934 yılında kadınlar seçimlerde oy vermeye başladılar. Düşünün bir, Suudi Arabistan’da kadınlar ilk kez geçen yılın aralık ayında oy kullanabildiler...
Bu hafta vizyona giren ve İngiltere’deki kadın hareketinin alevlendiği günlere odaklanan ‘Diren!’, bize ayrımcılığı çağdaş ve medeni toplumların bile önlemekte ne kadar zorlandığını gösteriyor bir kez daha. Radikal kadın hakları savunucularına ‘süfrajet’ dendiği zamanlar, yani 20’nci yüzyılın hemen başlarında İngiltere’de giderek büyüyen bir kadın topluluğu, feminist söylemin ilk savunucularından, gizli liderleri Emmeline Pankhurst’un eşliğinde oy kullanma haklarını kanunen alabilmek için mücadele ediyorlardır. Bir çamaşırhanede çocuk yaşlardan itibaren çok zor şartlarda çalışan Maud, kocası ve çocuğuyla kendi yağında kavrulmaya çalışırken senelerin birikimi onu da artık ses çıkarmaya mecbur bırakır bir yerde. Artık erkek baskısı altında sinmek istemiyor, gidişata dair bir söz hakkı olmasını istiyordur. Çevresindeki en etkili süfrajetlerden biri olan eczacı Edith Ellyn sayesinde direnişe katılır. Ama önlerinde polis şiddetiyle, hapishane cezaları ve türlü sosyal cezayla dolu uzun bir yol vardır...
Sarah Gavron’un yönettiği filmin oyuncu kadrosu en büyük avantajı. Maud rolünde Carey Mulligan oldukça duygusal ve samimi bir performans sergilerken, Edith’te Helena Bonham Carter, Emmeline Pankhurst rolünde de Meryl Streep’i izliyoruz. Dönemin Londra sokakları ustalıkla yaratılmış. Hikaye zaten daha kağıt üzerinde bile dokunaklı elbette. Ancak bu gerçek olayların ve kişilerin içinde gerçek olmayan bir kişi yaratıp (Maud karakteri) onu takip etmeyi amaçlayan bir senaryo mantığı var. Neden gerçek karakterler olan Edith’le ya da bu hareket içinde son derece önemli bir rol oynayan zavallı Emily karakteri üzerinden yürütülmemiş ki bu hikaye?



Genç oyuncu Carey Mulligan, Maud karakterini bize sevdiriyor sevdirmesine ama diğer karakterlerin içinde biraz sinik kalıyor. Oysa Edith ve Emily karakterlerinde daha çok gerilim, daha çok dram ve daha etkili hikayeler var gibi...
Ama ‘Diren!’ birilerinin diğerleri üzerine tahakküm kurma gayretlerinin hâlâ devam ettiği bu zamanlarda bile izlenmesi gereken ve ders çıkartılması gereken bir film. Demokrasinin beşiği denilen bir ülkede bile bırakın azınlık olanları en az kendileri kadar kalabalık bir topluluğa söz hakkı vermemeye yemin etmiş erkekleri izlemek ve oralardan buraların ayrımcılarına ve sözde demokratlarına bakmak insanın içini yakıyor yine de. Öyle insanlar yüzyıl da geçse hâlâ varlar ve hiçbir şeyden ders almayacaklar anlaşılan!


Korkuyla birlikte büyümek...


‘Oyuncak Hikayesi’, ‘Kayıp Balık Nemo’, ‘İnanılmaz Aile’ ve ‘Wall-E’ gibi filmleriyle gönlümüzde yer eden ve en son ‘Ters Yüz’ (Inside Out) ile bize harika bir hikaye sunan Pixar Animasyon Stüdyoları’nın yeni filmi ‘İyi Bir Dinozor’ bizi milyonlarca yıl önce, insanlığın henüz bozmadığı bir dünya gezegenine götürüyor. Her Pixar filminde olduğu gibi filme başka bir hikaye anlatan kısacık bir animasyon filmle başlıyoruz. Bu kısa filmdeki Hint etkisi, ‘İyi Bir Dinozor’da da sürüyor. Özellikle de Doğu müziklerine ilgisini hiç saklamayan Mychael Danna’nın Hint ezgili müzikleri ve 3 boyutlu, tablo gibi doğa görüntüleriyle, daha önce ‘Pi’nin Yaşamı’ (Life of Pi) filminde tecrübe ettiğimiz gibi bir görsel-işitsel tatmin yaşıyoruz.



İyi animasyonlar sadece çocukları değil onlarla salona gelmiş anne-babaların da ilgisini çeker ve onları eğlendirir. ‘İyi Bir Dinozor’ da bunu başaran filmlerden… Diğer iki kardeşinden hayli küçük ve çelimsiz doğan Arlo adlı otobur bir dinozor yavrusu, kendisini ailesine kanıtlayabilmek için didinip duruyordur. Ama asıl mücadelesi bir fırtına onu evinden çok uzaklara fırlatınca başlar. Eve dönüş yolunda birçok badireyi atlatması gerekir. Neyse ki yanında yeni tanıştığı bir insan yavrusu olan Spot vardır...
Bu filmde insanlar henüz gezegende çok yaygın değiller, hatta henüz konuşmayı bilmeyen ve çoğunlukla dörtayak üstünde yürüyen canlılar. Biz diyalogları diğer hayvanlarda duyuyoruz filmde ve Spot da neredeyse bir köpek yavrusu gibi koşturup duruyor... Hatta zaman zaman sevimliliğiyle ana karakterin önüne bile geçiyor.
Korku duymadan yaşanılamayacağını ama hakkıyla yaşamanın korkuyu her seferinde yenebilmekle mümkün olabileceğini anlatan bu tatlı hikayede aile kurumuna yapılan övgünün dozu biraz daha dengeli olabilseymiş çok daha iyi olacakmış. Büyüme hikayesiyle ailenin değeri temaları çarpışıyor sık sık... Yer yer esprili sahneler bu hiç monotonlaşmayan eve dönüş macerasında kendisini gösteriyor ve eğlendiriyor.
Ama özellikle de filmin sinematografisi muhteşem. Hiçbir Pixar filmi görsel olarak bu kadar doyurucu olmamıştı diyebilirim neredeyse. Danna’nın dingin müziğinin de eşliğiyle dünya hiçbir animasyonda bu kadar güzel gözükmemişti. Ailece keyifle izlenebilecek çok tatlı bir film ‘İyi Bir Dinozor’...