Hepimizin, tüm Türk vatandaşlarının kaderini etkileyecek soru bu.
Bu soruya yanıt olabilmesi için, neler yaşandığına bir bakmak gerekiyor.
Suriye krizinin başladığı 2011 yılından beri, kaçan Suriyelilere “açık kapı” politikası izleyen Türkiye, son birkaç haftada bu politikasını değiştirdi.


Esad güçlerinin eline geçmek üzere olan Halep’ten kaçan yüzbinlerce Suriyeli, sığınmak için geldikleri Türkiye’nin sınırından içeri sokulmadı.
Hatta Türkiye’ye “sınırı açın” çağrısı yapan Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği yetkilileri de, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Türk yetkililer tarafından, tabiri yerindeyse “azarlandı.”
Peki ne oldu da Türkiye, “açık kapı” politikasını durduruverdi.
Bunun altında, Suriye krizinin başından beri, ülkenin kuzeyinde “güvenli bölge” kurabilmek için çalmadık kapı bırakmayan AKP hükümetinin, istediğini alamayınca “durumdan vazife çıkarma” yolunu seçmesi yatıyor.
Türkiye, sınır ile Suriye’nin Azez kenti arasında kalan 8 kilometrelik alanda toplam 10 tane mülteci kampı kurdu. Kampların kimisi hemen Türkiye sınırındayken, kimisi sınırın 3 kilometre kadar ilerisinde kuruldu.
Ve bu kamplarda toplam 100 bin Suriyeli sığınmacı bulunuyor.
Peki yaklaşık 3 milyon Suriyeliyi sorgusuz sualsiz kabul eden Türkiye, bu 100 bin kişiyi neden almıyor?
Bunun nedeni, Türkiye’nin o çok istediği ama yaptıramadığı “güvenli bölgeyi” fiilen kurmak olabilir mi?
Türkiye’nin kampları kurduğu bu bölge halen, Katar-Suudi Arabistan-Türkiye üçlüsü tarafından desteklenen ve uluslararası camiaya “ılımlı güçler” diye lanse edilen Cihatçı gruplar tarafından kontrol ediliyor.
Ancak çember daralıyor.
Halep’in kuzeyine doğru ilerleyen Esad güçlerinin Türkiye sınırına yaklaşması ya da Batı’da PYD kontrolündeki Afrin’deki Kürt ağırlıklı güçlerin bu bölgeye doğru genişlemesi halinde, o kamplarda bulunan siviller açık hedef ya da Ankara’dan bakınca “canlı kalkan” haline gelecekler.

SUUDİLER “TAŞERON” MU?

Belki daha ötesi de olacak...
AKP’nin amacı, evlerinden kaçan sivilleri fiilen “tampon” yapmak da, canlı kalkan gibi kullanmak da, bu sığınmacıları bahane edip Suriye’ye Mehmetçik sokmak da olabilir.
Nitekim, Rusya ile yaşanan gerginlik nedeniyle Suriye üzerinde uçuş/havadan operasyon yapamayan Türkiye, çareyi “taşeron” olarak Suudi Arabistan’ı kullanmakta buldu.
Suudi jetleri İncirlik’te konuşlanıp, önce “keşif” için ardından da büyük ihtimalle “operasyon” için uçacaklar. Eğer Ruslar bir Suudi uçağı düşürürse, Türkiye “Rus karşıtı cepheyi” genişletmiş olacak. Uçak düşürülmezse, Türkiye Suudi uçakları ile kendi
yapamadığı operasyonu Suriye’de yapabilecek.

İRAN’A MEYDAN OKUMA

Suudilerin, üstelik Tahran’la diplomatik ilişkileri düşürdükleri bir ortamda, Suudi uçaklarının İncirlik’e getirilmesi, İran’a karşı tam bir “meydan okuma” anlamına da geliyor.
Suudilerle sıcak çatışmanın eşiğinde olan İran, şimdi İncirlik’teki Suudi uçakları nedeniyle kendisini “kuzeyden de çevrilmiş” hissedecektir. Ve Acem politikası, “kıstırıldığını” düşündüğünde, akla hayale gelmeyen oyunlara başvurabilir.
Atılan her adım, Türkiye’yi Ortadoğu bataklığında daha derine gömer nitelikte...
Suriye politikası çöken Türkiye, Suriye’den tamamen silinmemek için çok tehlikeli bir oyun oynuyor.

ABD ile ilişkiler bozuldu, Yahudiler devrede

İlginçtir...
13 yıldır AKP hükümeti dış politikada sürekli döngüler yaşıyor.
Mesela...
Ne zaman ABD ile ciddi bir sorun çıksa, hemen Amerika’daki Yahudi kuruluşlarına
ve İsrail’e başvuruluyor.
Hatırlayın;
2003 yılında 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesinin ardından Türkiye, yakın tarihinde ABD ile en büyük krizini yaşamıştı. Amerikan askerleri işi, Kuzey Irak’ta buldukları Türk subayların başına çuval geçirmeye kadar vardırdı.
Ve AKP hükümeti o dönemde çareyi ABD’deki Yahudi örgütlerine ve İsrail’e başvurmakta buldu. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan önce Ocak 2004’te ABD’deki güçlü Yahudi örgütlerinden “Üstün Cesaret Ödülü” aldı. Ardından İsrail’le ilişkiler o kadar gelişti ki, TBMM’nin kapıları ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı’na açıldı. 2007’de dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, TBMM Genel Kurulu’na hitabeden ilk İsrailli yetkili oldu.
Güçlü İsrail lobisi, o günlerde Türkiye’ye ABD’de çok yardımcı oldu; ABD Kongresi’nden “geçti geçecek” denen pek çok Türkiye aleyhtarı karar, Yahudi lobisinin
desteğiyle durduruldu.
Zaman içinde AKP hükümeti, ABD ile ilişkileri de düzeltmenin yolunu aradı ve buldu...
Afganistan’a asker gönderildi, PKK ile “çözüm süreci” başladı, Arap baharı döneminde Recep Tayyip Erdoğan, “BOP eş başkanı” bile oldu.
ABD ile işler düzelip, İsrail’e ihtiyaç kalmayınca da, AKP tabanına pek hoş gelen popülist politikalar devreye sokuldu. Önce “one minute”, AKP’li vekillerin son anda binmekten vazgeçtikleri Mavi Marmara gemisine yol verildi.
Yeniden “düşman İsrail devletini” keşfeden AKP’liler, bunu seçim meydanlarında tepe tepe kullandı.
Ancak meydanlarda kullanılan bu “düşman İsrail” argümanı miadını doldurdu. 7 Haziran seçimlerindeki müthiş oy kaybı da, AKP’yi yeni “düşman” arayışına itti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP hükümeti, “yeni düşman” olarak Suriye’deki Kürt oluşumu PYD’yi seçtiler. Böylece seçimlerden önce Ankara’da en üst düzeyde ağırladıkları PYD yetkililerini, 7 Haziran seçimleri sonrasında birden bire “PKK bağlantılı örgüt” olarak lanse etmeye kalktılar.
Ancak AKP’nin dış politikayı iç politikaya alet etmedeki mahareti, ABD’ye sökmedi. Aksine, ABD’nin IŞİD’e karşı “taşeron” olarak kullandığı PYD yüzünden AKP hükümeti ile Washington’un arası açılmaya başladı.
ABD ile gerginlik başlayınca da, Erdoğan en baştaki döngüyü yeniden devreye soktu...
İsrail’le ilişkilere sarıldı.
ABD’nin önemli Yahudi örgütlerinin liderlerinin geçen hafta Saray’da ağırlanmasına da;
İsrail’le başlayan Mavi Marmara görüşmelerine de,
bir de bu açıdan bakın.
Buna bir de, Ankara’da saraydan çıkan Yahudi örgütleri temsilcilerinin, doğrudan Kahire’ye, Sisi’nin sarayı’na gittiklerini ekleyin... Sanki arabulucu gibi...
Peki AKP’nin “son çare İsrail’e sığınmak” politikası tutar mı?
İsrail Savunma Bakanı Yaalon’un son açıklaması,
İsrail’in bu kez temkinli olduğunu gösteriyor.
Ne diyor Yaalon...
“İsrail ile krizi Erdoğan çıkardı. Çözmek için adım
atmak da ona düşer. Bizim de koşullarımız var...”
Dış politikada her şeyin bir bedeli var. İsrail’e “sığınmanın” da elbette bir bedeli olacaktır.
Ve bu bedeli sadece AKP’liler değil tüm Türk halkı ödeyecek.

1 Mart’taki ‘at pazarlığı’nın perde arkası

AB ile 3 milyar Euro pazarlığı çıkınca...
Üstelik bir de Erdoğan, Suriye’den bahsederken 1 Mart tezkeresine atıf yapınca...
AKP’nin bugünlerde partiden ihraç etmeye çalıştığı, kurucu üye ve ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’tan o günleri dinlemek şart oldu.
Yakış önce o ünlü “at pazarlığını” anlattı:
AT PAZARLIĞININ “HESABI” - 1 Mart tezkeresi döneminde Türkiye, Irak’ın işgali halinde bu ülke ile yapmakta olduğu ticaretten ne kadar “zarar edeceğini” hesapladı. Yakış’a göre hesap, Irak işgalinin yaklaşık 5 yıl süreceği üzerinden yapıldı. Yıllık ticaret olan 18 milyar dolar 5 yıl ile çarpılıp, kabaca 90 milyar dolar toplam zarar hesaplandı.
ABD’nin önüne 90 milyar dolar zarar koyulup, 1.8 milyar dolarlık bir “hibe” istendi. Bu pazarlığı yapma görevi de, dönemin iki bakanı Ali Babacan ve Yaşar Yakış’a kaldı.
Yakış, ABD’nin o dönemdeki başkanı George Bush ile görüşmede “at pazarlığı” tabirini ilk kendisinin kullandığını anlatıyor. “Biz buraya at pazarlığı yapmaya gelmedik” diye söze girmiş Yakış, ancak Bush, bu söz üzerine müdahale etmiş:
“Ben Teksas’lıyım. Bizim oralarda at pazarları kurulur. Bir sürü insan da ‘Ben buraya at pazarlığına gelmedim’ diye söze başlayıp ama sizi iç çamaşırlarına kadar soyup bırakır...”
TEZKERE NEDEN GEÇMEDİ? - Yakış 1 Mart tezkeresinin geçmemesini, iki unsura
bağlıyor...
İlki; TBMM’deki karar alma sistemi.
Yakış’a göre, pek çok Batı parlamentosunun aksine, Türkiye’de oylamaya girmeyen, çekimser kalan vekiller, “hayır” oyu vermiş sayılıyorlar. Nitekim, 1 Mart tezkeresi de aslında 264 vekilin desteğini aldı. Ret veren vekillerin sayısı 250 oldu, 19 vekil de çekimser kaldı. Ancak Anayasa’nın 96. Maddesi’nde öngörülen 286 kişilik çoğunluğa ulaşılamadığı için tezkere “kabul edilmemiş” sayıldı.
Peki o 19 vekil, neden “çekimser” kaldı?
Yakış’a göre bunun nedeni kurban bayramı.
TBMM’deki tezkere oylaması kurban bayramından hemen sonra gerçekleşti. Yakış o günleri şöyle anlattı: “Milletvekili arkadaşlarımızın tümü bayram için seçim bölgelerine gitmişlerdi. Orada seçmenleri ile temasta bulundular. Ve halkın, Irak’ın işgaline sıcak bakmadığını gördüler. Bu nedenle vekiller ya hayır oyu verdi ya da oylamaya katılmamayı tercih etti.”
TÜRK ASKERİNİN KARŞISINA PKK’LI ÇIKARSA? - Yakış’ın 1 Mart dönemine ilişkin bir başka ilginç gözlemi ise tıpkı bu dönemde Suriye’de ABD ile yaşanan PYD gerginliğinin bir benzerinin, o dönemde de Irak’ta PKK konusunda yaşanması.
Yakış’ın anlattığına göre, 1 Mart tezkeresi konusunda ABD ile Türkiye arasındaki pazarlıklarda, Türk Ordusu’nun da sınırdan Irak’ın 28 km içlerine kadar girmesi de ele alındı. “Yağmur hattı” denilen bu bölgede, Mehmetçiğin hangi koşullarda silah kullanacağı da pazarlık konusu oldu. Amerikalılar, “PKK’lılar doğrudan silah çekmeden, Türk askeri ateş etmesin” diye ısrar ettiler. Türk diplomatlar buna karşı çıkınca, pazarlıklar tıkandı.
Yaşar Yakış

Bunun üzerine konu, o dönem Dışişleri Bakanı olan Yaşar Yakış’a iletildi. Ve Yakış, pazarlığı yürüten ABD heyetinin başkanı kadın diplomata şu cümleyi söyledi:
“Irak’ta Amerikan askerleri devriye gezerken, karşılarına birden bire Usame bin Ladin çıksa ne yapacaklar? Usame’nin kendilerine silah çevirmesini mi bekleyecekler? Silahı yok diye gitmesine izin mi verecekler?”
Amerikalı kadın diplomat bu çıkışa tek bir cümleyle karşılık verdi ve iş çözüldü:
“İşte şimdi sizi anladım...”
ABD IRAK’TAN DERS ALDI, YA TÜRKİYE? - Ve 1 Mart dönemine ilişkin son not...
Yaşar Yakış o dönemde Türk hükümetinin Irak’ta işgal sonrası “Baas yapısının tamamen dağıtılmaması” konusunda Washington’a çok telkinde bulunduğunu ancak ABD yetkililerinin bunu dinlemediklerini anlattı.
Baas sistemi tamamen dağıtılınca, Irak’ın işleyen devlet sistemi çöktü, şu ana kadar da hâlâ tamamen düzeltilmedi.
Yaşar Yakış, Suriye konusunda ise Amerikalıların “Irak’ta yaptıklarından ders çıkardıklarını” söylüyor. Çünkü Amerikalılar, Suriye’nin geleceğinden bahsederken, Beşar Esad yönetiminin “tamamen dağıtılmaması” gerektiğini dile getiriyorlar.
İşin ilginci, Irak’ta “Aman Baas’ı tümden dağıtmayın” diyen Türkiye, Suriye’de “Ne Esad, ne de Esad’cı kimse olmaz” politikası güdüyor.
Ortadoğu’da roller de, politikalar da ne kadar çabuk değişiyor.

Ankara  FISILTISI:
AB’den Dündar ve Gül adımı: Hapiste ziyaret

Avrupa Birliği, hapisteki
gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün durumuna dikkat çekmek için, daha önce hiç yapmadıkları bir şeyi yapmaya hazırlanıyor.
AB ülkelerinin İstanbul’daki başkonsolosları, Dündar ve Gül’ü Silivri’de tutuldukları hapishanede ziyaret etmek için başvuru yapacak. İlk başvuru, İstanbul Valiliği’ne yapılacak.
Eğer izin ya da cevap çıkmazsa, bu kez Ankara’daki AB büyükelçileri devreye girecek. Büyükelçiler, Dündar ve Gül’ü ziyaret için Dışişleri’ne başvuracaklar. Eğer gerçekleşirse bir ilk olacak... Yabancı diplomatlar topluca, bir Türk hapishanesinde, iki Türk vatandaşı tutukluyu ziyaret edecek.