Felaket filmlerinin setlerine benziyordu.

Yol kenarlarında yaşama tutunabilmiş ağaçlar, cehennem sıcağında bütün sularını kaybettiklerinden sarıya kesmişti.

Arkalarında alevlerin arasında kalmış, kolları kanatları kopmuş, gövdeleri kararmış ağaçların tümü ise ayakta ölmüştü.

Yürüdüğümüz zemini, sadece ağaçların değil, yanan kuşların, ceylanların, sincapların ve bilumum orman hayvanlarının külleri kaplamıştı.

Kaya yanar mı?

Gördüm ki yanmakla kalmaz, sıcaktan çatlarmış...

Dilerim çam ormanlarını mesken tutan balarıları vakitlice ayrılmıştır.

Ayrılamamışlarsa önce o narin kanatları buhar olmuştur çünkü!

Peşi sıra sarı tüylü narin gövdeleri...

★★★

Canlı kalmış her ağacının önünden geçerken, ölü evinde aile fertlerine başsağlığı verircesine yavaşlayıp, o felaket yerinde yaşanan büyük acıyı dinlemek istedim.

Kim bilir ne kadar ağlamışlardı, alevlere yakalanıp oradan oraya koşan yaban hayvanlarının can çekişini izlerken, çığlıklarını dinlerken.

Bir zamanlar cıvıl cıvıl bir yaşamın olduğu o orman alanı, artık büyük bir yalnızlık, çaresizlik sahnesiydi.

Bu yangın yerinde, ağlayan ağaçların arasında dolaşırken ne düşünürsünüz?

Neye öfkelenirsiniz? Neye sığınırsınız?

Felaket haberleri veren yetkililerin “Can kaybı yok” cümlesine öfkelendim mesela.

Kendi kendime “Yanan bir ağacın, sincabın, ceylanın ölümünün, bir insanın ölümünden ne farkı var ki?” dedim.

Ve Ataol Behramoğlu’nun 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta yakılarak öldürülen 33 insan için yazdığı o muhteşem şiire sığındım:

 

“Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek
Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak
Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak
Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek
Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak


Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek
Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek
Kucaklıyor beni Metin Altıok
“Aldırma” diyor gülerek
“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak”


 

Artık bu ormanda yanan canlılar da hak ediyordu bu şiiri.

★★★

Ben bu ruh haliyle yanan bir ormanın külleri gibi dağılmışken, 100 metre ilerimizde İYİ Parti lideri Meral Akşener yanmış bir ağacın yanına gitti. Dallarına dokunmaya başladı.

Başta yaptığına bir anlam veremedim ve ne yaptığını anlamadım.

Bir koşu yanına vardım.

Gördüm ki dokunduğu kararmış dalda tekrar yeşerme umudu arıyordu.

Umutsuzca yüzünü ekşitti ve “kurumuş” dedi.

Sonra yandıktan sonra adeta birbirlerine sarılmış kollar gibi yan yatmış dallara bakıp şöyle dedi:

“Sanki sarılıp ağlayarak ölmüşler.”

Dikkatlice bakınca gözyaşını tutamadığını fark ettim.

Aracımıza binip uzaklaşmaya başladık.

Yol kenarındaki yanmış ormanlara bakarken ben de soluksuz kaldım, gözyaşlarımı tutamadım. Şunu fark ettim:

Ağlayan ağaçların ülkesinde siyasetçi olmak,  gazeteci olmak zor ama insan kalmak da zor...

Tek bildiğim ve söyleyebileceğim şey şu:

Artık Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi

“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/yaşamak insan kalarak”...

Meral Akşener