BARIŞ PEHLİVAN VE MURAT AĞIREL’E...


Samizdat...

Kopyalanarak dağıtılan kitaplar...

Kişisel yayım...

Kendi basım...

Sovyetler Birliği döneminde, yasak edebiyat eserlerinin ve süreli yayınların çoğaltılma teknikleri...

Karbon kağıdı yardımıyla el yazısı olarak ya da daktiloyla birkaç kopyayla başlayıp daha büyük nicelikte yarı profesyonel baskı makineleriyle çoğaltmak...

Ne zaman bir gazeteci dostum tutuklansa ya da ceza alsa aklıma döne döne okuduğum Samizdat gelir!

Soner Yalçın, 2012 yılında Silivri Cezaevi’nde yazmıştı, o karanlık günlerde! AKP-cemaat ortaklığı yıllarında Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve aydınlar, askerler, siyasetçiler demir parmaklıkların arkasında yazdı, yazdı, yazdı...

O karanlık günlerde karbon kağıdı, Kırmızı Kedi Yayınevi’nin sahibi Haluk Hepkon’du! Samizdat’ı, Mahrem’i bastı, Wikileaks Belgeleri’ni, Damat’ı, FETÖ Borsası’nı, İfşa’yı, Sarmal’ı, Vurgun’u, Gölge Ordu’yu, Kardan Adam’ı, Dayının Casusları’nı bastı...

Samizdat geldi aklıma yeniden:

... Benim ülkemde; düşünce hayatın düşmanı, kötülüğün simgesi olarak görülür. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı, soru soran – arayan – kovalayan zihne sadece düşmanlık edilir. Düşünen insanın korunağı yoktur.

... Benim ülkemde; iktidar ve güç uğruna hiçbir şeyden çekinmeyen her zorba güç, yalnızca kendi isteğinin onaylanmasını, gururunun okşanmasını ister.

... Benim ülkemde; kafasıyla değil, ağzıyla konuşan yorumcular – açıklayıcılar, gerçekleri başka kalıplara sokarak özgürlüğü çürütmenin gönüllü aracılığını yaparlar.

... Benim ülkemde; bir gazeteci – yazar hapse atılarak yayınevine, gazetesine baskı yapılarak, sonsuza kadar sessizliğe – unutuşa mahkûm edilmeye çalışılır.

... Ama benim ülkemde; gerçekler de inatçıdır. Mutlaka yazılır. Samizdat gibi...

“Silivri'den bir isteğin var mı”


Dün... Bir MİT mensubunun Libya’da şehit olmasına ilişkin haberleri nedeniyle yargılanan 5 gazeteciye verilen hapis cezası kararları onandı. Çağlayan Adliyesi’ne giderek teslim olan Murat Ağırel ve Barış Pehlivan Silivri Cezaevi’ne götürüldü.

Teslim olmadan hemen önce Barış Terkoğlu’nu aradım ve Pehlivan’la konuştum. Gülüyordu ve bana “Silivri’den bir isteğin var mı?” diye soracak kadar da esprili! İkisi de el sallayarak cezaevine gitti! Murat Ağırel de Barış Pehlivan da hakikatin ne olduğunu bildikleri için cesur!

(Akşam saatlerinde Barış ile Murat denetimli serbestlik hükümlerine dayanarak serbest bırakıldılar.)

11 Eylül 2020’ye döndüm. Barış Pehlivan, MİT haberinden 187 gün sonra cezaevinden çıktıktan sonra bana verdiği röportajında net konuşmuştu:

“... Meslektaşlarımın korkmasını normal karşılıyorum ama korkmalarına rağmen yazmaları gerektiğini düşünüyorum. Biz yazacağız ve cesaretli olacağız. Çünkü bu ülke daha adil daha çağdaş ve bağımsız olsun. Gazeteci, kahraman olmak için yola çıkan insan değildir. Ben de kahraman değilim. Maalesef... Gazeteci arkadaşlarım yavaş yavaş köşelerine çekilince yaptığımız çok standart bir haber Türkiye’nin gündemini belirliyor. Çok sağlıksız bir durum. Bu haberler herkese geliyor ama yazmak yıllardır bize kalıyor.”

“... Tutuklanmama bahane olan sürecin fitilini ateşlemek kendilerini gazeteci olarak tanıtan bazı isimlere verildi. Çok açık söylüyorum: Onlar gazeteci ise bana gazeteci demesinler. 9 yıl önce de FETÖ kumpasıyla yargılanırken Türk medyasının nasıl örgütün kuklası haline geldiğini isim isim gördük. O dönemin artıkları ve yeni bavulcu adayları tarihten hiç ders çıkarmamış görülüyor. Bugün nasıl ki o Silivri Cezaevi’nde kalan dönemin tetikçi kalemlerini hatırlayan dahi yoksa bugünün tetikçileri de gün gelecek bir peçete gibi buruşturulup atılacak. Kendinizi kullandırtmayın.”


“Hukuk da acil yardım butonu gibi”


Barış’ın o gün röportajda kurduğu şu cümle çok önemli:

“... 187 gün tek başına bir hücrede tutuldum. O hücrenin şöyle bir özelliği var: Cezaevinde sadece disiplin suçu işleyenlerin tutulduğu yerde 6 ay boyunca hiçbir suçum yokken orada yaşadım. Şunu düşünün: Tek başına yaşadığım o hücrede sadece acil yardım butonu vardı. Ben kalp krizi geçirsem, o yardım butonuna kim basacaktı? Beyin kanaması geçirsem gardiyanları kim çağıracaktı? Maalesef, Türkiye’deki hukuk da o acil yardım butonu gibi. Var gibi ama ihtiyacın olduğunda kullanamıyorsun.”

“... Bir kere hiçbir pişmanlığım olmadı. Ben suç işlememiştim. İçeride her ne kadar istemeseler de çokça hayal kurdum. Geleceği düşündüm. Yarını değil... Beş yıl on yıl sonra hem gazeteciliğin hem de Türkiye’nin nereye evrilebileceğini tartıştım. Cezaevindeki adam, Türkiye’de olup biteni dışarıda olandan daha iyi analiz eder. Kirli bilgi daha azdır, çok temiz bir kafayla analiz edersin, masaya oturursun. AKP döneminde gazetecilik yapmaktan cezaevine girebilmeyi başarmış nadir insanlardan biriyim. Barış Terkoğlu ile avukat görüşünde uzaktan birbirimizi gördüğümüzde espriyle karışık ‘Ya yine mi biz’ diye espri yapıp güldük.”

SONUÇ: Gazetecilik suç değildir!