İstanbullu, hali vakti yerinde köklü bir ailenin, bir subayın kızıdır Feride... Küçük yaşta annesini kaybeder, yatılı olarak Fransız okuluna yazdırılır. Kuzguni siyah saçları, parlak ela gözleri vardır, hayat doludur, muziptir, maskaralık yapar, etrafına neşe saçar, adeta daldan dala kanat çırparcasına ele avuca sığmaz, arkadaşları bu yüzden ona “Çalıkuşu” adını takarlar.

Yaz tatillerini teyzesinin köşkünde geçirir, teyzesinin yakışıklı oğlu Kamran’la aşık olurlar, nişanlanırlar, Kamran hariciyede görevlidir, üç yıllığına Avrupa’ya gider, Feride o arada okulunu bitirir.

Kamran yurda dönünce heyecanla düğün hazırlıkları yaparlar, tam nikah masasına oturacakları gün, hiç tanımadığı bir kadın Feride’ye mektup getirir, meğer, İsviçre elçiliğinde görevliyken Kamran’ın bir kızla gönül ilişkisi olmuştur, ona da evlilik sözü vermiştir... Feride’nin dünyası başına yıkılır, nikahı düğünü yüzüstü bırakır, kaçar.

İstanbul’u terkeder.

Anadolu’da öğretmenlik yapmaya başlar.

Yüreğinin acısını, yoksul köy çocuklarına aydınlık meşalesi uzatarak dindirmeye çalışır, hayatını köy çocuklarına adar.

İlk görev yeri, Bursa’nın Zeyniler köyüdür, kuş uçmaz kervan geçmez yerdedir, kimsenin gitmek istemediği bu köye idealist duygularla koşa koşa gider, kimsesiz bir küçük kız çocuğunu evlat edinir.

Hem güzelliği, hem de erkeklerden daha eğitimli olması, başına işler açar, hakkında türlü dedikodular çıkar, cehaletle, bağnazlıkla uğraşır.

Kuşadası’na tayin olur, birinci dünya savaşı patlar, okulu hastaneye çevrilir, Feride yaralı askerlere hastabakıcılık yapmaya başlar.

Zeyniler köyündeyken tanıştığı askeri doktor Hayrullah bey, Kuşadası’na atanır, hastaneye başhekim olur, babacan bir adamdır, tek başına hayata tutunmaya çalışan Feride’ye öz kızı gibi kol kanat gerer, dedikoduların önüne geçebilmek için nikahlanırlar, evlilik aslında kağıt üstündedir, aralarında daima baba-kız ilişkisi vardır.

Feride, İstanbul’dan ayrıldığı günden beri “günlük” tutmaktadır, başından geçenleri günü gününe bir deftere yazmaktadır, Hayrullah bey bu günlüğü bulur, okur, saklar.

Kısa süre sonra Hayrullah bey hastalanır, durumu ağırdır, Feride’ye kapalı bir zarf verir, vasiyette bulunur, “ben ölünce teyzenin yanına git ve bu zarfı Kamran’a teslim et” der, sonra da, bütün malvarlığını Feride’ye bırakarak, rahmetli olur.

Feride vasiyeti yerine getirir, İstanbul’a gider, zarfı Kamran’a verir.

Zarfın içinde Hayrullah beyin mektubu ve Feride’nin günlüğü vardır.

Hayrulllah bey, Kamran’a hitaben yazdığı mektubunda, günlüğü okumasını tavsiye eder.

Kamran sabaha kadar günlüğü okur, her şeyi en ince ayrıntılarına kadar öğrenir, Feride’nin nikah günü neden kaçtığını ilk kez anlar.

Pişmanlığı tarifsizdir.

Ertesi sabah İstanbul’dan ayrılacak olan Feride’yi bırakmaz, yalvarır, af diler, evlenirler, kırık kalp macerası nihayet mutlu sona ulaşır.



21 Ağustos 1922.

Tam yüz yıl önce bugün...

Mustafa Kemal, sabahın ilk ışıklarında bunu okuyordu.



Reşat Nuri Güntekin’in ölümsüz eseri Çalıkuşu, henüz kitap haline getirilmemişti, Vakit gazetesinde dizi yazı halinde yayınlanıyordu.

Telgrafın telleri sayesinde İstanbul’da uçan kuştan zaten haberi vardı ama, gazete okuma alışkanlığı bambaşkaydı, İstanbul’da yayınlanan gazeteler İstanbul’daki yeraltı istihbarat örgütümüz Felah Grubu tarafından cepheye getiriliyordu, her gün peşpeşe yayınlanan Çalıkuşu’nu biriktirmişti.

20 Ağustos akşamı, Akşehir’de, barakadan bozma çadırdan hallice derme çatma karargahında oturmuş, gaz lambasının cılız ışığında sigarasını tüttürerek, sabaha kadar Çalıkuşu’nu okumuştu.



(Çok çok az insana nasip olan bir özelliği vardı.

Okurken farklı konuları düşünebiliyordu; hem okuduklarına, hem de zihninin arkasında düşündüklerine odaklanabiliyordu.

Aslına bakarsanız, roman okumak, zihnini berraklaştırma aracıydı.

En gergin anlarda, ruhunu dinginleştirme aracıydı.)



(Yıllar sonra Reşat Nuri Güntekin’le sohbet ederken, “Feride’nin hikayesi ağrılarımı azaltıyordu” diyecekti.)



Çalıkuşu’nu bitirdi.

Katlayarak okuduğu gazetelere şöyle bir baktı, neredeyse bir aylık gazete üst üste birikmişti.

Bütün gece gözünü bile kırpmamıştı.

Hiç yatmadığı için, üniforması üstündeydi.

Kalktı, tıraş oldu.

Yaverine seslendi.

Paşalara haber ver, hava kararınca gelsinler dedi.



21 Ağustos 1922.

Tam yüz yıl önce, bu gece.

İlk önce, birinci ordu komutanı Nurettin paşa geldi, sakallı Nurettin olarak tanınıyordu, çok sert, ama çok mert bir subaydı.

Onun peşinden, ikinci ordu komutanı Yakup Şevki paşa geldi, taktik/strateji dehasıydı, Mustafa Kemal “hocam” diye hitap ederdi.

En son, bu iki ordudan oluşan batı cephesi’nin komutanı İsmet paşa’yla, genelkurmay başkanı Fevzi paşa birlikte geldiler.

Savaş tecrübesi olağanüstü bir kadroydu.

Çünkü, talihsiz bir kuşağın çocuklarıydılar.

Hayat onları hep mecbur bırakmıştı.

Bıyıkları terlemeye başladığından beri, ömürleri cephede geçmişti.

Trablus’tan Balkan Harbi’ne, Çanakkale’den Yemen’e, Suriye’den Kafkas cephesine, Sina’dan Galiçya’ya, vuruşmadıkları coğrafya yoktu, şimdi de Kurtuluş Savaşı veriyorlardı.



Üzerine harita yayılmış masanın etrafında, ayaktaydılar.

Ulusun kader anıydı.

Paşalar adeta nefes bile almıyordu.

Başkomutanın iki dudağının arasından çıkacak emri bekliyorlardı.

Mustafa Kemal sözlerine Feride’yle başladı!

“Biliyor musunuz, dün gece Çalıkuşu’nu okudum, çok beğendim, Reşat Nuri bey ihmal edilmiş Anadolu’yu ve genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış, sizlerin de mutlaka okumasını isterim” dedi.

Ve sonra...

O çelik mavisi gözlerinden belli belirsiz bir alev bulutu geçti.

Haritaya eğildi.

Parmağıyla nokta nokta göstererek, büyük taarruzun nasıl yapılacağını savaş oyunu şeklinde açıkladı; stratejiyi ve taktik baskınları, düşmanı yanıltıcı hamleleri tek tek izah etti.

“Savaşı idare edeceğimiz çadırlı ordugah Kocatepe’de olsun, 26 Ağustos sabahı saat 5’te topçu ateşimizle başlıyoruz” dedi.



21 Ağustos 1922.

Tam yüz yıl önce, bu gece.

Gaz lambasının cılız ışığıyla hayal meyal aydınlanan ve dünya tarihinin akışını değiştirecek olan o penceresiz küçücük odada, teslim olmayan özgür ruhuyla, idealist karakteriyle, yurt sevgisiyle, Türk ulusunun kaderine etki eden altı kişi vardı.

Mustafa Kemal, Nurettin, Yakup Şevki, İsmet, Fevzi... Feride.



(Yıllar yıllar sonra, efsane milli eğitim bakanımız Hasan Ali Yücel, o altı kişi arasındaki Feride’yi şöyle tarif edecekti:

“Çalıkuşu sadece gelinliklerini fırlatıp atıp Anadolu’ya koşan kolejli kız Feride değildi, Çalıkuşu bizdik, Çalıkuşu memleketti, aydın eğitimci Feride’nin ıstıraplarında halkına muhabbetini duyduk, biz Çalıkuşu’nda vatanımızı sevdik.”)



21 Ağustos 2022.

Tam yüz yıl sonra, bugün.



Yazıyı bitirince sırtınıza yaslanın lütfen, gözünüzü şöyle bir kapatın, gaz lambasının cılız ışığıyla hayal meyal aydınlanan ve dünya tarihinin akışını değiştirecek olan o barakadan bozma penceresiz küçücük odaya, yedinci kişi olarak katılın.

Teslim olmayan özgür ruhu, idealist karakteri, yurt sevgisini düşünmek için, vatanın kıymetini hissetmek için, güzel bir gün.