“Büyük bir şaşaadır ölüm,
ebruli nurlarla gelir...
Nasıl doğmakla başlarsa ölüm,
ölmekle başlar öyle hayat...”

                        (Attila İlhan)

İnsan, ölüme hazırlıklı yakalanmaz.

Londra’da...

Bir sanat okulu öğrencisi...

Bir öğrenci yurdunun odasında...

23 yaşında hayata sessizce veda etti...

Leyla...

Adı gibi bir yanı kendinde saklı, ayın son gecesi...

Çevresini gündüz yapan ela gözlü...

İnce yapılı zarif. Narin, bıraksan kırılacak gibi hep zayıf...

İncecik zırhlı nahif...

Yüzünde gölgeli masumiyet. Oysa ruhu rengârenk...

Yüreğiyle seven çocuk...

Temiz kalpli. İçten, iyi niyetli, dost canlısı.

Ancak, mesafeli sıcak. Soylu. Sahtesiz çocuk...

Duygularına hep yenik ama...

Ürkek, hayat acemisi...

Dili utangaç; dışarıya sessiz, susarak çığlık atan...

Saflıkta kararlı ve sadece kendine zararlı...

Rüzgâr gibi öfkesi, içinde fırtınası...

Göğsünde çekip çıkaramadığı bir ruh yarası...

İçinde kederli ufacık bir beyaz güvercin saklı...

Hep mahcup. Üzdüğü için pişman, sevdiği için pişman, dalları incecik kırılgan...

Kalabalıklar içinde yalnız çocuk. Hayata bir yabancı sanki... Tutunamayan...

Mevsimidir sonbahar; solgun, yaprak yaprak dökülen...

“Bir soğuk yel eser/  Üşür ölüm bile...”

★★★

Hep sürprizli Leyla...

Hep göçebe...

Kısa ömrüne ne büyük gizler yükledi kim bilir, 23 seneye kaç hayat sığdırdı...

Çok mücadele etti; her sokak mı çıkmaz olur, bitap düşen çocuk...

Hayatın ona bahşettiği talihsizlik oldu maalesef...

İpek saçlı mum, eridi...

Ah be kuzum seni ölüm mü çağırdı, sen mi sabırsızca koştun sonsuzluğa...

Bu, ne ansızın kaza böyle...

Bu, ne apansız veda böyle...

Kış güneşinde uğurluyoruz seni çocuk...

Söndüremediğin ateşinin külleri savrulacak şimdi, Boğaz’da Bodrum’da...

Hoşça kal Leyla, gülüşü hüzünlü kızım...

Biliyorsun, ölmek son uyku değil, yeni bir uyanış.