İnsanın kendi sesini bulduğu, sözlerin sese, renklerin ışığa dönüştüğü, bir arada yaşama kültürünün çok geliştiği bir yerdi gençliğimizin Samatya semti. O yıllarda saygı, sevgi, beraberlik, samimiyet, birbirini kollama, acısını, sevincini, darlığını, yokluğunu paylaşma ve hoşgörü vardı.

Bu hoşgörü yeni duygular, düşünceler, güzel alışkanlıklar kazandırdı bana ve akranlarıma. Denizden esen rüzgar, ilk yaza yaklaşırken ipe asılarak kurutulan çiroz kokularını da önüne katarak dolaşırdı o eski Rum evlerinin bulunduğu daracık sokaklarda... O eski evler ki gelip geçenlere gülümseyiş gibi samimi ve sıcak, tarihi sevecenlikleriyle bakarlardı... Cumbalı kagir evlerin sıralandığı Samatya sokakları, balıkçı lokantalarıyla çevrelenmiş küçücük  bir meydana çıkardı. Güler yüzlü insanların sevgiyle birbirlerine sarıldıkları buluşma noktalarıydı bu meydan. Denizlerin kara gülleri midyelerin, kıyıya vurmuş yosunların, ızgara balıkların kokuları yayılırdı etrafa...

★★★

Meydandaki varlığını bugün de sürdüren kahvehanenin müdavimleri, ince belli bardaklarda alev gibi parlayan çaylar eşliğinde hoş sohbetlerin sıcaklığına dalarlar, bulundukları yeri dostluğun, barışın ve sevginin ışığıyla aydınlatırlardı.

İşte Samatya’daki o aydınlıkla yaşadım ben. 

Orada edindiğim dostlarımın evlerine girdim yemeklerini yedim, düğünlerinde eğlendim güldüm, cenazelerine katıldım üzüldüm.

Yaşamı paylaşırken güldük ve ağlaştık birlikte...

★★★

Çok değerli, çok yetenekli insanlar vardı Samatya’da. Artık kıymeti bilinmeyen ve tüm eski değerler gibi zamanın çöplüğüne atılan, unutulmaya yüz tutan meslekleri inat ve sabırla yaparlardı: Şamdancı Osep. Sedef kakma ustası Ohannes. Gümüş sanatçısı Yetvart. Ayakkabıcı Nefter...

Çello çalan berber Niko; buğulu bir sabun kokusunun hiç eksik olmadığı küçük dükkanında öğrencileri yarı fiyatına tıraş eder, bazen de durumuna göre hiç para almazdı. Öyle usta bir berberdi ki Niko, saçlarda makası işlemeye başladığı zaman, onun uyumunu hiç bir şey bozamaz, aksamadan sürekli işlerdi. Konuşulsun, bağırılsın, çağırılsın, isterse gümbür gümbür top patlasın, gene şıkır şıkır çalışmayı sürdürürdü.

Berber Niko hem insanın derdini açar, konuşturur, kendi de konuştukça konuşur, makas da aynı uyumda şıkırdar, çaydanlıktan ortalığa sıcak bir buğu yayılırdı. Tıraştan sonra da demli bir çay ikram ederdi.

★★★

Kundura tamircisi Takvor Usta; ayakkabı onarımındaki becerisi kadar trompet çalmada da ustalaşmış biriydi. Öğle saatlerinde dükkanının kapısına ahşap sandalyeyi koyup kırk beş dakikalık siesta arası verir, klasik müzik plağını pikabında döndürerek uykuya dalardı. Bazen işi gücü bırakır, hevesli gençlere ücretsiz trompet kursu da verirdi.

İlkbahar akşamları, Eddie Calvert’in ünlendirdiği ‘Cherry Pink and Apple Blossom White’ şarkısını çalar, Sirkeci yönünden gelip Kocamustafapaşa (Samatya) Tren İstasyonu’nda inerek evlerinin yolunu tutanlara, baharın gelişinin sevincini muştulardı...

★★★

Bayramlık ayakkabılarımı, üniversite öğrencisi olan diğer arkadaşlarım gibi Nefter Yayla’dan alırdım. Nefter Usta, Beyoğlu’nun en şık mağazalarına iki yüz liraya sattığı ayakkabıları biz üniversiteli mahalle gençlerine elli liraya verirdi. Yüce gönüllü biriydi. Dar gelirli ailelerin çocuklarından para almaz, “Ben okuyamadım, bari siz okuyun” derdi.

(Günümüzde yıkılıp sevimsiz bir otopark haline getirilen alanda, Samatya Deniz Spor Kulübü yer alıyordu.)

Sporsever, atletik yapılı bir gençtim. Burada kürek ve vücut geliştirme sporu yapanlardan biriydim.

★★★



İnsan hazineleriyle dolu bu semtte briç ustası olan taksici Vefalı Celal Ağabeyden briç oynamayı öğrendim. Arkadaşlarımla Samatya Deniz Spor Kulübü’nde tatil günleri briç turnuvasına katılırdık. Turnuvanın en zevkli yanı, kaybedenlerin arkadaşlarına deniz kenarındaki Olimpiyat Lokantası’nda yemek ısmarlamasıydı. Lokantanın sahibi, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk altın madalyayı kazandırmış olan  grekoromen güreşçimiz Yaşar Erkan’dı. Dört yaşındayken Erzincan’dan İstanbul’a gelmişti. Kumkapı Güreş Kulübü’nde güreşe başlamış ve burada yetişmişti. Babası Ali Efendi de köylerinin meşhur pehlivanlarındandı. Yaşar Erkan, 1933 yılında Türk Milli Güreş Takımı’na seçilmişti, aynı yıl Balkan Şampiyonluğu’nu kazanmıştı. Bu şampiyonluğu 1934 ve 1935 yıllarında da elinde tutmuştu. Berlin’de altın madalyayı aldıktan sonra “Şampiyonluk kürsüsünde şanlı bayrağımız şeref direğine çekilirken kendimi tutamadım, gözlerimden yaşlar sel gibi aktı. Yüz yirmi bin kişinin ve Hitler’in önünde bayrağımızı şeref direğine çektirmek ve ayakta milli marşımızı dinletmek, zevklerin en güzeli ve en büyüğüdür” derdi.

★★★

Görmüş geçirmiş, mangal yürekli bir adamdı şampiyon. Yemeği ısmarlayacak olanlara şakalar yapmayı sever, garsonlara “Bu aslan gençlere, geleceğin büyük adamları öğrencilere donatın masayı” der, sonra da bıyık altından gülerek “Bakalım, yüklü hesabı nasıl ödeyeceksiniz” diye takılırdı.

Böyle söylerdi söylemesine ama ya çok az para alır, çoğunlukla da hiç para almazdı. Öylesine bonkördü ki zaman zaman on beş-yirmi gence masa kurar, sofrayı mükellef donatır, öğrenciler yiyip içip hesabı istediklerinde, “Siz derslerinize, öğrenmeye iyi verin kendinizi, okullarınızı bitirin, ondan sonra ödersiniz” derdi.

Öğrenciler şampiyonun
baş tacıydı.

★★★

O güzel yıllardan kalma arkadaşlarımla zaman zaman kahvehanenin önünde oturup çay içerken gözüm meydandaki boşluğa takılıyor.

“Fatih Belediyesi buraya bir Yaşar Erkan anıtı veya büstü dikse ne güzel olur” diye düşünüyorum.

(Bu akşam, SÖZCÜ Televizyonu’ndan sevgili Can Coşkun ile birlikte Didim’deki Altınkum Yazarlar Festivali’ndeyiz. Samatya anılarımın da yer aldığı, Hasan Baran kardeşimin imzasını taşıyan “Hayatımın Sırları” romanını imzalayacağım. Bekleriz efendim. UD.)