Değerli okurlarım,

26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, emekliliğiyle birlikte, tarih araştırmaları yapmaya ve Atatürk ağırlıklı kitaplar yazmaya başladı. Kendisiyle zaman zaman bir araya geliyor ve üzerinde çalıştığı konuları konuşuyoruz. Son buluşmamızda 1934-39 yılları arasında 5 yıl süreyle Ankara’da görev yapan İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loraine’nin, 10 Kasım 1948 günü, Atatürk’ün 10. ölüm yıldönümü nedeniyle BBC Radyosu’nda yayımlanan anma konuşmasının önemine değindi.

Ona göre bu konuşma, Atatürk’ü daha yakından ve derinliğine anlamamıza büyük katkılar sağlıyor.

İşte Loraine’nin konuşmasından çarpıcı bölümler:

★★★

“Atatürk yiğit, vakur, dimdik bir adamdı. Kusursuz giyinirdi. Biçimli bir yüzü, yer yer sert çizgili hemen her zaman ağırbaşlı ve ciddiydi. Zihni de vücudu da, kurulu bir yay gibi her an harekete hazırdı...

Cumhurbaşkanı olduktan sonra askeri üniformasını çıkarmış, bu şerefli üniformayı bir daha tören ve geçitlerde bile giymemişti...

Seçkin bir adamdı. Tehlikeden korkmaz, güçlüklerden yılmak nedir bilmezdi...

Bir meselede, içgüdü gibi bir şeyin yardımıyla -ki buna bir ad bulamıyorum, çünkü başka kimsede benzerini görmedim- bir meselede neyin önemli, nelerin önemsiz olduğunu çarçabuk ve kolayca kestirirdi.

Sorumlulukları ağırdı. Ancak, bunların hepsini kabul eder, başkalarının sırtına yüklemeye bakmazdı. Sorumluluktan kaçmaz, kaçınmaya çalışmazdı. Onun saygısını kazanabilmek için sizin de yüksek bir sorumluluk duygunuzun olması gerekirdi.

Tartışmayı çok sever ve bunu insanları zihin ve karakter bakımından ölçüp tartmakta bir yol olarak kullanırdı. ‘Evet efendim’ diyenlerden hiç hoşlanmazdı.

Yumuşaklık etmez. Yargılarında kolay kolay yanılmazdı.

Dürüstlükten yana kusursuzdu.

★★★

Hayatın uzun, bitmez bir sınav olduğunu biliyordu. Doğa ona büyük bir irade gücü vermişti. O bu gücü hep bilinçli bir disiplinle kullanıyordu.

Peki ne yaptı Atatürk? O parlak askerlik kariyerinin dışında neler başardı?

Mutlak bir yönetimin küllerinden ve zihniyetinden yepyeni bir devlet çıkardı. Onun Türk halkına olan inancı bir an bile sarsılmadı. Türk halkının kendi kendine güvenini yeniden canlandırdı. Zihinlerini özgürlüğe kavuşturup güçlerini harekete geçirdi...

Atatürk’ü bir insan olarak ele alarak bu konuda bazı şeyler söyleyeceğim:

Yumuşak bir adam değildi. Çünkü hayatı mücadelelerle yoğrulmuştu. Fakat adildi...

Kesin düşünceleri vardı, ancak başkalarını dinlemeye her zaman hazırdı...

Çevresinden bağlılık bekler ve bunu hak ederdi.

Kazandığı kuvvet hiçbir zaman başını döndürmedi.

Küçüklük nedir bilmezdi. Her şeyden önce Türk ulusunun iyiliğini düşünür ve bunu barışta, güvenlikte, ilericilik ve kardeşlikte bulurdu, savaş ve fetihte değil.

Sert görünüşüne, çabuk duygulanan bir kimse olmasına rağmen çevresinden saygı görmek ihtiyacını derinden duyduğunu sanıyorum.

★★★

Serinkanlı düşünebilmek insanlara karşı duygusuz olmak değildir.

Atatürk’ü diktatör sayanlar olmuştur. Bence bu hem yanlış hem de yanıltıcı bir görüştür. Kabul edelim ki günümüzde diktatör sözcüğünün yeterli bir tanımı yapılmış değildir ama Hitler’e, Mussolini’ye diktatör denmesine hiç kimsenin karşı çıkabileceğini sanmıyorum.

‘Öyleyse Atatürk neden aynı gruba girmiyor’ diye sorulabilir. Bence bunun birçok nedeni vardır:

Bir kere Atatürk bilinçli olarak kendi yokluğunda uygulanacak bir düzen kurmaya, kendinden sonra sürecek bir hükümet ve yönetim sistemi yaratmaya çalışıyordu.

Görüşlerini zorla kabul ettirmekten çok doktrinlerini öğretmeye ve ülkülerini açıklamaya uğraşıyordu.

Kurtuluş Savaşı sırasında arkadaşlarıyla hazırladıkları tasarıya göre egemenlik Büyük Millet Meclisi’nindi.

Halk tarafından seçilen milletvekilleri dört yılda bir Cumhurbaşkanını seçmekle görevliydi. Meclis belli yasama ve yürütme yetkilerine sahipti.

★★★

Devrimler hiçbir zaman yumuşaklıkla olamaz. Bu yüzden başlangıçta, anayasanın ve organların yürürlüğe girmesinden önceki günlerde, Atatürk’ün zaman zaman kendi inisiyatifine dayanarak kesin hareket etmek zorunda kaldığı olmuştur. Gene de kanunlara aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıştır.

Büyük Millet Meclisi’ne karşı büyük bir saygısı vardı. İç işlerde başlıca amacı, o sırada pek işlemezse de ileride durumun gerektiği şekle uyup gelişebilecek esneklikte bir siyasal düzen ortaya koymaktı.

Atatürk, bakanları her zaman kendi sorumluluklarını yüklenmeye zorlardı. Onun bütün tutumu şuydu:

Kendisi Cumhurbaşkanı olarak devletin başı idi. Memleketin yönetimi Büyük Millet Meclisi’ne karşı Anayasa’yı uygulamakla yükümlü olan hükümetin göreviydi.

★★★

Atatürk dış siyasette diktatörce neler yaptı? Hiç... Komşuları yeni cumhuriyetin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı gösterdiği sürece, o da barışçı, uzlaşıcı, savaşı önleyici dostça bir siyaset güttü.

Rusya ile olan çekişmeler durduruldu. Yunanistan’la olan kavgaya son verdi ve yakın işbirliğine geçti. Balkan Antlaşması’yla Balkanlar’daki anlaşmazlıklar bir çözüme bağlandı. İran, Irak ve Afganistan’la yapılan Sadabad Saldırmazlık Paktı, Türkiye’nin doğu sınırlarında barışı sağladı.

Bütün bu saydıklarımızın diktatörlük siyasetiyle bir ilgisi var mıdır? Bu sorunun cevabı elbette hayırdır.

O ne istediğini biliyordu. Dostlarını biliyordu. Çizdiği yolda kararlı adımlarla ilerliyordu. Antlaşmalarına sadıktı.

Atatürk’ün ileriyi görüşü o kadar keskin ve isabetli, olayların alacağı yön, halkın duyguları ve Türkiye’nin dış ilişkilerini gerekleri konusundaki sezişi o kadar doğruydu ki, çevresindekiler kendilerine güç ve karışık gelen meselelerde ne yolda hareket edeceklerini ona danışırlardı. Bu gibi durumlarda karşısındakine her zaman yardıma hazırdı. Ancak emretmez, sadece yol gösterirdi.

★★★

Onun özel hayatından pek söz etmediğim ileri sürülebilir. Ancak bunun bir nedeni vardır.

Bir kere bir büyükelçinin görevli olduğu ülkenin devlet başkanı ile ilişkileri ister istemez resmidir. Atatürk için bu özellikle böyleydi. Çünkü o, resmi ziyaretlerin gerektiği durumlar dışında elçilerle görüşmez, özel davetlerde bulunmazdı. Ne kıskançlıklara, ne çekememezliklere yol açacağını pek iyi bildiğinden, hiç kimse bu kuralın dışına çıkmazdı.

Sonra Atatürk, diplomatik temsilcilerin kendisine değil, Dışişleri Bakanı’na başvurması gerektiğini açıkça belli ederdi. Bu kesin tutumunun hakkı nedenleri vardı. Çünkü kendisinin dışarıya karşı Cumhurbaşkanı olarak görevleri icra değil, temsil görevleriydi. İcra görevi hükümete aitti.

Resmi ziyaretlerde Dışişleri Bakanı da hazır bulunurdu. Konuşmamız resmi geçerdi. Ancak gene de ara sıra kişisel bir yakınlaşma olur, birbirimizi ölçüp tartmak için fırsat bulmuş olurduk.

Genel olarak Türkçe konuşurdu. Dışişleri Bakanı tercüme ederdi.

★★★

Yılda bir kere kabul verirdi, o da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın akşamı.

O gün büyük, zengin bir davet düzenlenirdi.

Cumhurbaşkanı gelenleri sırayla huzura alır ve tebrikleri kabul ederdi.

Sonra, kendisine çok yakışan ağırbaşlı haliyle herkesi ayrı ayrı selamladıktan sonra, bir koltuğa otururdu. Hazır bulunanlardan bazılarını çevresindeki topluluğa katılmaya davet ederdi.

29 Ekim 1937 idi. O gece beş saat kadar Atatürk’ün yanında kaldım. Çevresine her gelen yeni kimseye söyleyecek ya da ondan sorup öğrenecek bir şey buluyordu. Konuşması bir an bile sudan hafif konulara yönelmedi. Söylediği her sözün güttüğü bir amacı vardı. Sözlerinin gerisinde sürekli bir maksat, yorulmak bilmeyen bir soruşturup öğrenme isteği sezilirdi.

Konuşmamda sizlere Atatürk’ün kahvaltıda neler yediğinden, elbiselerini kime diktirdiğinden, ne marka diş macunu kullandığından niçin söz etmediğimi artık anlamışsınızdır, sanırım.

Ben de biliyorum ve zaten ne önemi var bunların?..”