Üniversiteye yeni başlamıştı. Ekonomik durumu iyi değildi. Yoksul ailesi yeteri kadar para gönderemiyor ve her gün artan gıda fiyatları nedeniyle neredeyse yarı aç dolaşıyordu. Yurt taksitini ödedikten sonra cebinde kalan üç beş kuruşla okuması gereken kitapları bile satın alamıyor, arkadaşlarından ödünç temin edip, derslerine çalışıyordu. Yokluk adeta iliklerine işliyordu.

★★★

Malzeme Bilimi Mühendisliği öğrencisiydi. Bazı arkadaşları, ücretsiz olduğunu söyleyerek onu bir cemaat yurduna götürmek istediklerinde “Ben Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladıyım. Aç gezerim ancak Atatürk’e ve onun bize emaneti Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık edenlerin yurtlarında kalmam” diyerek bu ‘cazip’ teklifi reddetmişti.

★★★

Bir cumartesi günü, açlıktan karnı guruldayarak sokakları adımlarken bir esnaf lokantası gördü. Daha önce hiç gitmemişti. “Acaba fiyatlar nasıl?” diye düşündü. Elini cebine attı, parasını saydı ve ürkek adımlarla içeri girip, köşedeki bir masaya oturdu: Sıkılarak “Az kuru alabilir miyim?” dedi.

“Az kuru”yu beklerken lokantacı ona bir tabak dolusu kuru fasulye, pilav, bol ekmek, turşu ve soğan getirdi. O kadar acıkmıştı ki ‘Ama ben bunları istemedim!’ bile diyemedi. Büyük bir iştahla yemeğini yedi. Karnı doymuştu fakat aklı ödeyeceği paradaydı. Lokantacının getirdiği hesap çok düşüktü, adisyona sadece “az kuru”yu yazmıştı. Hesabı öderken; “Elinize sağlık, annemin yaptığından sonra hayatımda yediğim en leziz fasulye ve pilavdı!” diyerek, teşekkür etti.

Öğrenci her öğlen bu lokantanın müdavimi oldu. Sürekli “az kuru” istedi. Ancak lokanta sahibi her seferinde bol kuru fasulye, bol ekmek, pilav, soğan ve turşu vermeyi sürdürdü.

★★★

Yıllar geçti, okul bitti. Yıllar yılları kovaladı. Öğrenci varlıklı bir iş insanı oldu. Bir gün öğle yemeği yerken, “az kuru” söylediği lokanta aklına geldi, o günleri hatırladıkça göz pınarlarından birkaç damla yaş süzüldü.

Hafta sonu üniversiteyi okuduğu şehre, lokantanın olduğu sokağa gitti. Orası kapanmıştı. Hemen yan taraftaki esnafa  “Buradaki lokantaya ne oldu? Sahibini nasıl bulabilirim?” diye sordu.

Esnaf, “Lokanta kapandı ama amca az aşağıda oturuyor” dedi. Tarif üzerine evi bulup kapıyı çaldı. Kapıyı lokantacı amca açtı: “Buyurun” dedi. Çok yaşlanmıştı, biraz da beli bükülmüştü, gözlüğünün üzerinden kapısını çalan adamı süzdü, tanıyamadı.

“Amca ben yıllar önce üniversiteyi burada okudum. Beni belki hatırlamazsın. Hani hep “az kuru” isteyen, senin de “çok” verdiğin bir öğrenci vardı ya, işte o benim!”

“Hatırlamadım oğlum, yıllar oldu” dedi. Çünkü o her öğrenciye “çok” verirdi.

“Ev senin mi amca?” diye sordu.

“Yok oğlum kira, nerede bizde ev alacak para! BAĞKUR’dan emekli oldum, 7.500 TL maaş alıyorum. Ev sahibi evden çıkarmak istiyor. Hanımla birlikte kıt kanaat idare edip gidiyoruz işte...

“Teşekkür etmek için gelmiştim amca!” dedi. “Ben yine sizi ziyaret edeceğim” diyerek ayrıldı.

Amca, uzun süre arkasından baktı, hafızasını zorladı ancak hatırlayamadı. “Ah ihtiyarlık, gözün kör olsun!” diye geçirdi içinden.

İş insanı çarşıya gitti. Esnafa sorup o evin sahibini buldu ve evi almak istediğini söyledi. Ev sahibi, satmak istemediğini söylese de değerinden fazla para teklif ederek satın aldı.

Bir hafta sonra tekrar lokantacının yanına gitti, artık eve kira ödemeyeceğini söyledi. Durumu anlattı. Zarfa koyduğu parayı da çaktırmadan masanın üzerine bıraktı.

Yaşlı adam şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gözlerinden süzülen yaşları silmeye çalışarak “Aman oğlum, ne yaptın! Ne gerek var bunlara!” diyebildi.

“Amca senin az kurun olmasaydı ben aç yatar, aç kalkardım. Belki okulu bile bitiremezdim.

Şimdi benim sana verdiğim, senin bana verdiğinden inan çok daha değersiz. Sen hakkını helal et, o bana yeter!..”

Sonra baba oğul gibi sarılıp birlikte ağladılar...

★★★

Sosyal medyada okuduğum bu hikayenin gerçeklik payını bilmiyorum.

Ama gerçek olmasa bile okurken insana “Ah insanlık!.. Haber bile vermeden nereye kayboldun böyle?” dedirtiyor.

Gökten bir elma daha düştü.

Tüm iyi insanların başlarına...