Bayram o yıl sonbahara denk gelmişti.
Buğday ve arpa harman edilmiş, patates hasadı tamamlanmıştı (kartol sökülmüştü).
Biz çocuklar da hasadın tamamlandığı tarlaları uralamış bir iki çuval patates toplamıştık (“uralamak”, patates sökülürken toprakta dipte köşede kalmış, gözden kaçtığı için toplanamamış patateslerin çocuklar tarafından toplanması eylemine deniyordu).
Tarla kime ait olursa olsun, geleneğe göre uralanarak elde edilen patates, uralayan çocuklara aitti.
★★★
Okulların açıldığı o haftalarda biz de üç önemli gelire sahip olurduk:
- Uraladığımız patatesleri mahalledeki dükkâna satıp aldığımız para.
- Devlet Parasız Yatılı öğrencilerine verilen aylık harçlık ve kırtasiye ihtiyaçları için verilen toplu para.
- Hasattan sonra buğday, arpa ya da patates satan dedelerimizin kazançlarından bize ayırdığı küçük pay.
★★★
Üç kaynaktan gelen paranın miktarı bizim gibi yoksul köylü çocuklarının başını döndürecek kadardı.
Biz bu paralarla alacağımız defterlerin, kalemlerin, boyaların hayalini kurarken, o yıl başka bir gelirim daha oldu:
Bayram harçlığı.
Dedem çağırdı beni: “Çito gel buraya...”
(Çok zayıf bir çocuk olduğumdan bana çitlembik derlerdi. Dedem bu sözcüğü çito diye kısaltmıştı.)
Yanına seğirttim hemen.
Sabah bayram namazına gittiği caminin önünde komşularımız gibi sıraya girip elini öpmüştüm. El öpmem için çağırmamıştı.
Elini kalbinin üzerindeki gömlek cebine soktu. Bir tomar para çıkardı. Birkaç tanesini bana uzattı.
“Hoçvanlılara kartol ve arpa sattım. Bu da bayram harçlığın olsun. Emeğin çok, hak ettin” dedi.
Çapada, tırpanda, tayada, patosta, samanlıkta, değirmende döktüğümüz alın terinin karşılığını böyle fazla fazla almak nasıl muhteşem bir duygudur, anlatamam.
★★★
O yıl topladığım harçlık, kırtasiye harcamalarımız için yetmiş ve hatta artmıştı. Üstüne bir de yatakhanedeki demir dolap için bir asma kilit, birkaç plastik askı, mavi renkli bir plastik sabunluk almıştım. Kendime yaptığım en büyük jest ise Selda Bağcan kaseti almak olmuştu.
O ay topladığım harçlığı yine de bitirememiştim.
Kalan paramı da Terzi Cazım Amcanın hafızamda yer eden dükkanından istediğim kahverengi ekose ceketi alan babama vermiştim.
Neden bilmiyorum, o yaşlarda Sümerbank’ın verdiği lacivert ceketin yerine başka renkte ceketler giymenin bizi ayrıcalıklı kıldığına inanırdık.
★★★
Bütün ihtiyaçlarımızı kendi harçlığımızla karşıladığımız o yıl, kişisel tarihimin en mutlu yıllarından biriydi.
Bu mutluluğu, toprakta kalanları dahi harçlığa dönen patateslere, dedemin verdiği harçlığın kaynağı olan hasada, babamın ceket almasını sağlayan öğretmen maaşına ve en önemlisi de hepimize harçlık ve kırtasiye parası veren devlete borçluyduk.
★★★
Bütün bunları niye yazdım biliyor musunuz?
Arife günü televizyonda izlediğim bir röportaj nedeniyle.
10 bin liralık emekli maaşını bayramdan önce alamayan bir dede, kendisine mikrofon tutan muhabire şöyle sesleniyordu:
“Torunlarım için canımı veririm, ama üç kuruş harçlık veremiyorum...”
Sözcükler ağzından dökülürken sesi titriyor, ıslaklık nedeniyle gözü parlıyordu.
80’lerde, devlet babanın, çiftçi Ali Rıza’nın, öğretmen Zeki’nin ve verimli toprakların sunduğu imkanlarla mutlu olan çocuklardan (milattan sonra 2024 yılında) maalesef eser yok şimdi.
Bu durum “eski Türkiye”, “yeni Türkiye”, “Türkiye Yüzyılı” gibi tamlamaları dillerine pelesenk eden siyasetçilerin eseridir.
Eserinizle övünün!