Nasıl ortaya çıktı bu film, oyuncu kadrosu nasıl bir araya geldi?   Vizyona girene kadar 4 yıl sürdü. Hepimizin televizyonlardan görüp kanıksadığı, göz çevirdiği bir konu aslında Suriye meselesi. Filmdeki karakterlerden Zeynep’in hikayesi benim gerçek yaşadıklarımdı. Bir gün Suriyeli bir mülteci, hasta çocuğuyla arabanın önüne atladı. Onlarla yaşadığımız bir hastane gecesi sonunda ben bu hikayenin peşine düşüp "sınırdan buraya nasıl geldiklerini, neler yaşadıklarını" öğrenmek istedim. Her şey bu macerayla başladı. Savaşta bombaların patladığına şahit oldum. Başta sınıra gittim ve Kobani'de patlamalar oldu. Günlerce yaralı, savaştan kaçan insanların içinde buldum kendimi. Bu yaşananlar beni çok etkiledi. Mültecileri filme nasıl dahil ettiniz? Uzun bir kast süreci oldu. Ben bu üç yıl aralarında çok bulundum. Düğünlerine gittim. Yemeklere gittim. Hiçbiri benim yönetmen olduğumu bilmiyordu. Çok sonra onlara rol teklif ettim. En büyük sorun Arapça bilmememdi. Hala nasıl böyle bir işe cesaret ettiğime inanamıyorum. Açıkçası bu projeye prodüktör olarak atılmam cahil cesaretiydi. Türkiye'de Arap oyuncuların olmayacağını hesaplayamadık. Yurt dışından gelmeleri çok maliyetliydi. Buradaki çektiğimiz sahneler onlar için çok travmatik ve yaşadıkları gerçek hikayelerdi. Birçok sahneden sonra birbirimize sarılıp ağlıyorduk . andac-haznedaroglu-sercan-meric KORİDORDA AĞLIYORDUK Galada "Hazırlanırken, acılar çektim" dediniz. Filmi çekerken size en çok acı veren şeyler neydi? Gittiğim her evde yakınlarını kaybetmiş bir çok insan vardı. Hikayeleri dinlerken kollarım uyuşuyordu gerçekten. Kast yaparken ilkokullara gidip çocuklara birkaç soru soruyorduk. ''Nasıl geldiniz? Kimle geldiniz? Annen baban nerede?" dediğimizde çocukların birçoğunun boşluğa bakan gözlerini gördüm. Bir, iki, üç hikayenin sonunda dayanamayıp sınıftan çıkıp koridorda ağlıyorduk. Sınırda ilk gelen insanların hali çok ağırdı. Röportajları yaptıktan sonra kendime gelmem çok zaman alıyordu. Sınırda da gözlem yaptınız film için... Gözlemlerinizden hayatınızı etkileyen, asla unutamayacağınız anılar neler? Çok hikaye var. Reyhanlı’da bir evde yaralı annesine bakan, yemek yapan yedi yaşında bir kız çocuğu vardı. Annesinin bacakları bombadan kopmuş. Bir bodrum katında yaşıyorlar. Küçük kızın masumluğu gülüşü gözümün önünden gitmiyor. Filmde anlattığım hikaye bu yaşanan göçün gerçekten çok hafifletilmiş hali. Onların da savaş öncesi bizim gibi bir hayatları vardı. Tanıdığım öğretmen, mühendis, doktor, sanatçı birçok Suriyeli var. Yüzlerce hikaye dinledim. Anlattığım onların hikayesi aslında. İNSANLIK ADINA ÇOK BÜYÜK BİR SORUN Gözlemleriniz sonucunda mültecilerle ilgili nelerin değişmesini önerirsiniz? Türkiye'de ve dünyada mültecilerin, savaşın gerçeklerinin unutulmadan değerlendirmesini isterim. Türk halkını tepkisini anlıyorum. Haklılar. Yedi yıldır göç var. Bir yılın sonunda misafirlik biter artık. Gerçekten buraya uyum sağlamaları lazım. Savaş devam ettikçe bu insanlık adına çok büyük bir sorun. Sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunu. the-guest-1 Filmin başrolü 8 yaşındaki Rawan Skef, şu an hala Yunanistan’daki göçmen kamplarında yaşıyor, ancak filmdeki oyunculuğu dikkat çekici biçimde iyiydi. Sizin yönetmen olarak gözlemleriniz neydi Rawan için?  İki buçuk sene bütün Suriye okullarını dolaştım. Yaklaşık dört bin civarı çocuk gezdik. Bir gün kalktım "Allahım bugün bu çocuğu bulamazsam bu filmi yapmayayım" dedim. Çok yorulmuştum. En son gittiğim okulda beşinci kattaki son sınıfa çıktık. Öğrencilere "Ben çok yoruldum, kim artist olmak istiyorsa tahtaya çıkıp öğretmeninin taklidini yapsın" dedim. Sekiz yaşındaki Rawan tahtaya çıktı. Herkesi gülmekten kırdı geçirdi. Mutluluğumu anlatamam. Filmde inanılmaz bir bağ oldu aramızda. Ben Türkçe konuşuyorum o Arapça anlatıyor. Aylarca çalıştık rolü. Çok yetenekliydi. Çok özlüyorum onu. Lena filmde hem annesiz kalıyor hem de anayurdundan ayrılmak zorunda kalıyor. Meryem de ayrılmak zorunda kalanlardan... Ancak bizim hâlâ savaştan kaçıp sokaklarda yaşayan insanlara yönelik empati duygumuz yetersiz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada iki çeşit göçmen insan var. Birincisi koşullara uyum sağlayan, ikincisi sokaklara çıkıp dilenen. Türkler tepki göstermekte haklı. Öyle insanlar tanıdım ki ailesini her şeyini kaybetmiş, burada sıfırdan hayata başlamış. Aldığı nefese şükrediyor. Hemen uyum sağlamış. Üç buçuk milyon insanı genellememek gerek. "Bütün mülteciler kötü" demek ancak cahillikte olur. Onlarında daha önceden bizim gibi bir hayatı vardı. Savaş tahmin edilemeyecek kadar korkunç bir şey bunu asla unutulmamasını isterim. Suriye'de günde yüzlerce bombanın altında çıldıran, akli dengesini yitiren insanlar var. Empatiyi unutuyoruz bazen.
the-guest2 3 yıl süren film hazırlığının ardından geçtiğimiz yıl çekimleri tamamlanan filmin başrolünde yer alan 8 yaşındaki Rawan Skef, şu an hala Yunanistan’daki göçmen kamplarında yaşıyor.
"BÜYÜKŞEHİRDE YAŞAMAKTANSA SAVAŞTA ÖLMEYİ YEĞLERİM" Misafir'i izleyenlerin filmden çıktıktan sonra mültecilerle ilgili fikrinin nasıl olmasını hayal edersiniz? Biraz meselenin farkına varmalarını isterdim. Belki bir mülteci çocuğa iki kelime Türkçe öğretmek şu an bir hayat kurtarır. Birçok çocuk çalışarak ailesine bakıyor. Küçük hareketlerin toplamda çok şeyi değiştireceğini inanıyorum. Meryem, İstanbul'da yağmur altındayken, "Keşke üzerime bombalar yağsa" diyor. İnsanı bu çaresizliğe getiren durumu değiştirmek için bize düşen görevler nedir? İstanbul çok zor bir şehir. Mültecilerin yaşadığı depo evlerde kişi başı kira alıyorlardı. Ev kiralarını ödeyemeyen öyle çok aile vardı ki... Fabrikada çalışıyorlar. Tekstil krizde. Patron paralarını ödemiyor. İki, üç ay parasını alamayınca ev sahibi kovuyor. Bağcılarda bir eve gitmiştim. Kiralarını ödeyemedikleri için evden atılmışlardı. Çocuklarıyla sokakta kalan baba, "Büyükşehirde yaşamaktansa savaşta ölmeyi yeğlerim" demişti bana. Düşünsenize zorluğu. O aile hakikaten Suriye'ye dönmüştü. Filmde Suriyeli göçmenlere Türkiye'de iyi davranan da kötü davranan da var. Ancak iki kız kardeşe iyi davranan kişinin sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan biraz daha yukarıda olduğunu görüyoruz. Bu sınıfsal ve kültürel fark, mültecilere yaklaşımda nasıl farklılık gösteriyor? Cahil insan savaşı algılayamıyor gerçekten. "Niye geldi ki bunlar" diyorlar ya da "gitsinler ülkelerine" diyorlar. 15 Temmuz Darbe Girişimi'nden çok önce başlamıştım bu senaryoyu yazmaya. Birçok kişi o gerçek bomba sesini duyunca benim projeme gönüllü yardım etti. Bizde bir gündü bomba sesi. Suriye de yedi yıldır her gün...
the-guest Toygar Işıklı’nın müziklerine imzasını attığı film, geçtiğimiz sene dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Antalya Film Festivali’nde “Avni Tolunay Seyirci Ödülü”, Boğaziçi film festivalinde ‘’En iyi film ve kurgu ödülü’’ aldı. Yurtdışında festival yolculuğuna devam eden “The Guest”, son olarak Dublin İpek Yolu Film Festivali ile Malmö Arab Film Festivalleri’nden de “En İyi Film” ve “En İyi Kadın Oyuncu” ödülleri ile döndü.
İNSAN BE! İNSAN KARŞINIZDAKİ Lena'nın hikayesini anlatan bu dramatik filmde yer yer tebessüm de ediyoruz. Bu sinema dilini oluştururken nelere dikkat ettiniz? Ben İran sineması hayranıyım. Savaş görüntüleri tüm çıplaklığıyla internette televizyonda anlatılıyor zaten. Hikayeyi kurarken en dikkat ettiğim şey ajitasyon yapmamak oldu. Bıçağı sokup burkmayı severiz biz. Bundan çok korktum. Dünya sinemasında en akılda kalan filmler "Hayat güzeldir" gibi savaşın içinde çocuk gözünden baktığımız hikayeler. Bu içimizde daha derin yer ediyor. Mültecilere karşı ırkçılıkla, mültecileri bir siyasi koz olarak kullanma ikiliğinden nasıl sıyrılabiliriz? Benim için en yaralayıcı tarafta bu zaten. Kocaman harflerle "İnsan be! İnsan karşınızdaki" demek istiyorum. İnsani yardımın hiçbir siyasi tarafı olmamalı. Bu filmde en dikkat ettiğim şey de buydu. Taraf tutmadan meseleyi bütün gerçekliğiyle anlatmak. a-h Mültecilere insanca bir ortam yaratmamız, sağlıklı bir entegrasyon ve barışçıl bir şekilde yaşamak nasıl mümkün olur sizce? Eğitimle olur ama şu anda dert çok büyük. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Mantık aramak, yargılamak yerine gerçeğe tutunmaktan başka şansımız yok sanki. Günümüzde insanların ihtiyacı çok fazla ve basite odaklanamıyor. Global krizlerin bireysel hareketlerle çözülebileceği gibi bir umudum var. Savaştan gelen çadırlarda yaşayan insanların bir süre sonra televizyonun üzerine dantel serdiğini gördüm. İnsan yaşadığı koşullara uyum gösterip ürettikçe her şey değişiyor. Benim hikayemde bir umut hikayesi aslında.