Türkiye Cumhuriyeti, 100. yaşına siyasal ve toplumsal alanda olduğu gibi ekonomi alanında da birçok sorunla giriyor.

100 yıl önce dünya için ilham kaynağı olan bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda ve köklü devrimlere imza atılarak kurulan Cumhuriyet'in birçok kazanımı sonraki iktidarlarca geriye götürüldü.

Türkiye'nin önde gelen iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav, Cumhuriyet'in 100 yıllık yolculuğunun ana hatlarını SÖZCÜ'ye anlattı.

Cumhuriyet'in 88 yılına bizzat tanıklık eden Boratav, sorularımıza verdiği yanıtta, ekonomideki kırılma dönemlerini ve bugün gelinen tabloyu özetledi.

'CUMHURİYET YARI SÖMÜRGE BİR EKONOMİ DEVRALDI'


Cumhuriyet'in devraldığı Osmanlı ekonomik mirasının temel özelliklerini kısaca anlatabilir misiniz? 

Cumhuriyet 1923’te yarı-sömürge özellikler ve on yıl süren bir dizi savaşın ağır mirasını taşıyan bir ekonomi devraldı.

Osmanlı toplumunun yarı-sömürge kimliğinin hukukî bağlarının temizlenmesi Lozan’da gerçekleştirildi. kapitülasyonlar ve yabancı sermayeye güvence sağlayan düzenlemeler kaldırıldı.

Yeni Türkiye’ye düşen Osmanlı borçları taksitlere bağlandı; bunların tahsilini güvenceye alan Düyunu Umumiye İdaresi kapatıldı; vergi sistemi merkezî devlete intikal etti. Gümrük tarifelerini, dış ticaret kurallarını belirleme yetkisinin zaman içinde Cumhuriyet yönetimine devredilmesi sağlandı.

1923’te Türkiye ekonomisinin bileşenleri arasında organik bağlantılar zayıftı. Demiryolları ağı, tümüyle yabancı sermayenin mülkiyetindeydi; dış piyasaların ihtiyaçlarına göre oluşturulmuştu.

Dünya ekonomisinde Türkiye, bir ham madde ihracatçısı olarak yer alıyordu. Örneğin buğday ihraç ediyor, unu dahi ithal ediyordu.

Modern bir sanayi temelinden yoksundu. 1915’te yapılan bir sanayi sayımının sonuçları azgelişmişliği yansıtıyordu: Bugünkü Türkiye’nin sınırları içinde zanaat özelliği taşımayan 182 sanayi kuruluşunda sadece 14 bin işçi çalışmaktaydı.

Hemen hemen kesintisiz süren on savaş yılı, halkın dayanma gücünü çok zorlamıştı. Savaşın demografik sonuçları, Lozan Antlaşması gereğince Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan büyük miktarda nüfus mübadelesi ile ağırlaşmıştı.

Mustafa Kemal Şubat 1923’teki İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada, acil ekonomik gündemin hem yeniden inşa, hem de sanayileşme olduğunu ortaya koyacaktı. Yeni Cumhuriyet’in hükümeti bu gündemi zaman geçmeden uygulamaya başladı.

Kitabınızda 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasında çarpıcı bir sürekliliğin olduğunu, 1930-1939 döneminin öncesi ile belirgin bir kopmayı temsil ettiği söylüyorsunuz. 30'ların farkları nelerdi ve neden böyle bir kopma yoluna gidildi?

İttihat Terakki hükümetleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımlılık ilişkilerini “millî iktisat politikaları” içinde hafifletmeyi tasarlıyordu. Ekonominin yönetimini yabancı sermayenin uzantısı olan gayri-müslim “komprador” çevrelerden arındırmak hedefleniyordu.

Devlet teşviklerinde, ihalelerinde Müslüman ve Türk müteşebbislere öncelik verilecek; yeni ve millî bir Türk burjuvazisi böylece oluşabilecekti. Bu yöntemlerin bir bölümü 1914-1918’in savaş ekonomisi ortamında uygulandı. Kemalist liderler bu uygulamaları biliyordu. 1923 sonrasının koşullarında tekrarladılar. Örneğin bazı tekellerin işletmesini yeni-yetme yerli şirketlere verdiler.

Lozan Antlaşması Osmanlı gümrük tarifelerinin ve serbest dış ticaret ilkelerinin 1928'e kadar sürmesini öngörüyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi, dış ticaret ve uluslararası sermaye hareketleri canlanma konjonktürüne girmişti.

İzmir İktisat Kongresi’nde, siyasi imtiyazlar elde etmeye çalışmadığı sürece yabancı sermayenin teşviki hususunda fikir birliği oluşmuştu. Yabancı sermaye ile ortaklıklar 1923 sonrasında bu çerçeve içinde yaygınlaştı.

Bu etkenler, “dışa açık, serbest ticaret koşullarında özel teşebbüse yaygın devlet desteği” diye özetlenebilecek bir ekonomik strateji anlamına gelir. Cumhuriyet’in ilk yılları, bu anlamda önceki on yıl ile bir paralellik temsil eder.

'1929'DAKİ KOPUŞ İKİ ETMENDEN KAYNAKLANDI'


1929’daki “kopuş” ise iki farklı etkenden kaynaklandı. Bir kere, Lozan Antlaşması’nın beş yıl boyunca engellediği korumacı dış ticaret politikalarını uygulama fırsatı o yıl doğuyordu.

Hükümet ithalata yüzde 46 oranında bir gümrük tarifesi getirdi. Ayrıca sektörlere göre farklılaşan ithalat kısıtlamaları (kotalar) uygulamaya başladı. Önceki yüzyılın ticaret anlaşmaları ile başlayan serbest ticaret rejimine böylece son verildi.

İkinci etken, Büyük Buhran’ın 1929’da ABD’de patlak vererek sonraki on yıl boyunca tüm dünya ekonomisini sarsmasıdır. Etkileri Türkiye’de de çok sert oldu. Tarımsal fiyatlar çöktü ve Türk lirasının sert devalüasyonuna yol açan bir para krizi gerçekleşti.

Dış ticarete dönük korumacı önlemlerin para ve döviz piyasalarına da taşınma zorunluluğu algılandı. Merkez Bankası’nın kuruluşu, Hazine ve Merkez Bankası tarafından döviz işlemlerinin denetiminin üstlenilmesi ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu kritik adımlar oldu.

Yeni koşulların algılanması bu kurumlaşmalara yol açtı. Tümü, önceki yedi yıllık dönemin açık ekonomi/serbest ticaret stratejisinin son bulması anlamına geliyordu.

Ekonomik bağımsızlık için Cumhuriyet hangi adımları attı? Atılan adımlar yeterli oldu mu?

Büyük Buhran’ın şoku altında, dış ticaret ve para/döviz piyasalarında sözünü ettiğim korumacı önlemler el yordamıyla, adeta deneme-yanılma yöntemleri ile icat edildi.

“Keşfedildi” demiyorum. Çünkü dünya ekonomisinin merkezini oluşturan Avrupa ve ABD’de veya emperyalist sistemin çevresinde yer alan azgelişmiş ekonomilerinin hiçbirinde uygulanmıyordu.

Dış rekabete karşı korunma, Teşvik-i Sanayi Kanunu ve onu tamamlayan düzenlemelerle cömertçe desteklenmeye de başladı. Umulmaktaydı ki, koruma ve devletçe destekleri yerli ve millî sermayenin yeşermesini; Cumhuriyet Türkiye’sini sanayileşmeye taşımasını sağlayacaktı.

Bir anlamda İttihatçıların “Millî İktisat” programının ana hedefleri böylece gerçekleşecekti. 1930-1932 yılları bu doğrultuda üç yıllık bir deneme dönemidir. Kemalist liderler bu dönem içinde keşfettiler ki yerli burjuvazi bu tarihsel görevi ifa edecek özellikler taşımamaktadır.

Korumacı duvarların gerisinde serbest bırakılan piyasa güçleri, kısa dönemli vurgunlar için çok verimli bir ortam oluşturmaktaydı. İstatistiklerde sanayi olarak kayda giren birçok faaliyet, aslında, ithal edilen malzemenin sınırlı değişiminden ibaretti. Tekelci fiyatlarla satılıyor, fırsatçı iş adamlarına büyük sağlıyordu.

Ayrıca devlet destekleri büyük çapta yolsuzluklara yol açmaktaydı. Bu koşulların yarattığı yeni zenginler ise ekonomiye yaratıcı bir dinamizm getirme yeteneğinden, eğiliminden yoksundu.

Devrimci kadrolarda yozlaşma eğilimleri belirdi. Buhran koşullarında gelir dağılımı kalabalık emekçi kitleler aleyhine dönüştü; yoksulluk yaygınlaştı. Halk sınıflarının tedirginliği sokaklara, meydanlara taştı.

Önceki yıllarda yoğunlaşan üstyapı devrimleri, hatta Cumhuriyet’in geleceği tehdit altında mıdır? Bu kritik dönemeçte Mustafa Kemal’in bu sorgulamayı yaptığı anlaşılıyor. 1930-31 yıllarında yakın arkadaşları ile uzun bir yurt gezisine çıktı.

Ekonomik stratejide atılacak ikinci kritik adım bu sorgulamanın sonunda kararlaştırıldı. 1931’de Mustafa Kemal iktisadi alanda, partinin programının devletçilik olduğunu açıkladı. Birkaç ay sonra yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) kongresinde devletçilik, Parti programının temel ilkelerinden biri olarak kabul edildi.

Korumacılık-devletçilik sentezi böylece oluştu. 1933-1939 yıllarında olgunlaştırılan bir sentezden söz ediyorum. Bu muhteşem sentezdeki, korumacı öğe, dünya krizine karşı etkili bir savunma mekanizması sağladı; emperyalist sistem buhran içinde debelenirken, sistemden kısmî bir “kopma”yı gerçekleştirdi. Devletçi öğe ise, korumacılıktan türeyen artık (rant) üzerinde merkezî denetim oluşturma ve bu kaynağı sanayileşmeye dönüştürme olanağı sağladı.

'1930'LAR: DIŞ DENGE İÇİNDE HIZLI BÜYÜME'


Kemalist liderler, böylece, 1930'lu yılların başlarındaki koşulların bir sanayileşme fırsatı yarattığını doğru bir biçimde algıladılar. Sonunda hedeflerine en etkili biçimde hizmet eden iktisat stratejisini ve politikalarını keşfettiler. Devletin üretken, yatırımcı, denetleyici işlevlerini öne çıkardılar. Ekonomik hedeflerini 5 yıllık iki sanayi planı içinde bütünleştirdiler.

Hedef sosyalizm değil, gecikmeden, acilen sanayileşme idi. Özel sektör devletçi sanayileşmenin ivmesi ile gelişti. Başvekil İsmet (İnönü) 1933’te Kadro’da yayımlanan “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” başlıklı makalesinde “devlet işletmeleri hangi sektörlerde gereklidir” sorusunu, berrak bir çerçevede açıkladı. Bugünün iktisatçıları için dahi öğreticidir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin farklı dönemleri itibariyle ekonomik göstergelerini gözden geçirelim: Korumacı-devletçi sanayileşmenin olgunlaşmış dönemini temsil eden 1933-1939 yılları, yüzde 8,3’lük millî gelir ve sanayi sektörünün yüzde 10’luk büyüme ortalamaları ile öne çıkıyor.

Daha da önemlisi Dünya Buhranı içinde ve dış denge sağlanarak gerçekleştirilmiştir. Üstelik demiryolları, limanlar, kabotaj, madencilik millîleştirilmiştir.

Dış denge içinde hızlı büyüme, Cumhuriyet tarihinin diğer dönemlerinde gözlenmez. Bu tespit, dönemin özgünlüğünü daha da dikkat çekici kılar.

'1946: DEVRİMCİ İVMENİN TÜKENDİĞİ DÖNEMEÇ'


1946 sonrasında Türkiye'nin genellikle kronik dış açıklara ve dışa bağımlı yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Bugün de dış açıklar ve dış finansman ihtiyacı en önemli konulardan biri. Türkiye neden bu sorunu çözemiyor?

1946, Cumhuriyet’in devrimci ivmesinin tükendiği, CHP iktidarının sağa kaydığı bir dönemeçtir. Türkiye, önceki yıllarda özenle izlediği büyük güçler arasındaki tarafsızlık ilkesini terk etti.

Savaş yıllarında iktisat kadroları planlama ve devletçi sanayileşme stratejisine dönüşü hedefleyen bir program oluşturmuştu. Hükümet bu tasarıyı askıya aldı.

Marshall Programı ile birlikte Amerikalı uzmanların önerileri benimsendi. Türkiye, savaş sonrasının dünya sistemi içinde ham madde ihracatçısı konumuna rıza gösterdi.

Sonraki dönemlerde kronik dış açıklar, emperyalist sisteme bağımlılığın hem sebebi, hem de sonucudur. 1930’lu yılların korumacılık-devletçilik sentezine dönüş nadiren gündeme geldi.

Devletçi sanayileşme stratejisinin ılımlı bir tekrarını, 1963-1967’yi kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı temsil eder. Bu planlama anlayışında devletçilik değil “karma ekonomi” öne çıkar. İthal ikameci bir sanayileşme programı, teşviklere, kısmî müdahalelere dayandırılır. İlk üç planlama döneminde başarılı sonuçlar da gerçekleşir.

Ne var ki, uluslararası sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen neoliberal dalga Türkiye’yi de etkileyecektir. 1980 darbesi ile karma ekonomiye dayalı planlı sanayileşme stratejisi tarihe karışır. Sonraki altmış yıl boyunca Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerindeki dalgalanmalara bağımlı bir gelişme biçimi izler.

'2023: TOPLUMSAL BUNALIM VE DIŞ BAĞIMLILIK'


Geçen ay verdiğiniz bir mülakatta "ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz" demiştiniz? Bunu biraz açabilir misiniz?

Cumhuriyet’in yüzüncü yılına toplumsal bir bunalım ve kronik dış bağımlılık içinde giriyoruz.

AKP’nin son Beş Yıllık Plan belgesindeki hedefleri, öngörüleri ciddiye alamayız. Onun yerine uluslararası sermayenin önde gelen kurumlarından IMF’nin 2028’e kadar Türkiye için yaptığı gerçekçi öngörülere göz atalım: Türkiye ekonomisinin yüzde 3’lük ve “istikrarlı” bir büyüme temposu izleyeceği beklenmektedir.

“İstikrar”, ekonominin durgunlaşması, dış açıkların, enflasyonun, işsizliğin ılımlı veya yüksekçe oranlara yerleşmesi anlamına gelmektedir. 2023’ün toplumsal bunalımını kronikleştiren bu öngörülerin bileşkesini kriz değil, durgunlaşarak çürüme olarak ifade ediyorum.

Türkiye toplumunun bu neoliberal cendereye mahkumiyeti kabul edilemez. Radikal, köktenci, devrimci bir ekonomik, toplumsal dönüşümün mücadelesini vermeliyiz.