Geçen hafta gazetelerde, Yapı ve Kredi Bankası, First Bank of Abu Dhabi bankasına satılacak, diye bir haber çıktı. Daha doğrusu bu yönde bazı görüşmeler varmış ama henüz ortada somut bir sonuç yokmuş dendi. Sonunda bu satıştan vazgeçildiği ilan edildi. 1944’te Kazım Taşkent tarafından kurulan “Yapı ve Kredi” bir Türkiye markasıdır. Milli mirastır. Tek bir banka değil uluslararası faaliyeti olan bir finansman holdingidir. İstanbul’da paha biçilmez korulara sahiptir. Bu bankanın iyi ve kötü günleri olmuş, birkaç kez el değiştirmiştir. Bu yazının amacı Yapı Kredi’nin başından geçenleri anlatmak değildir. O çok uzun bir hikayedir. Benim işim de değildir. Ayrıca Koç Holding’in niçin bu dev kurumu elden çıkarmak istediğini de irdeleyecek değilim. Bu kararı alanların kendileri açısından mutlaka sağlam gerekçeleri vardır. Ben olaya makro ekonomi açısından bakacağım. Amacım, Osmanlı’nın “devlete/saraya” gelir yaratmak için ihdas ettiği kapitülasyon uygulamasının devamı olarak gördüğüm, AKP’nin izlediği ve iktisatçıların çoğunun onayladığı “doğrudan yabancı yatırımlarla kalkınma” stratejisini irdelemektir.

OSMANLI’NIN İKTİSAT ANLAYIŞI

“Osmanlı” her şeyden önce bir ailenin daha doğrusu bir hanedanın adıdır. Tarihte özellikle Asya’da bir kişinin (hanedanın) adıyla anılan birçok devlet kurulmuştur. Batı’da kurulan devletler ise kurucu ulusların (kavim) adıyla bilinir. Belli bir ulusun yerleştiği yere de o kavmin adına “ya” ekiyle türetilen isim verilir. Mesela Türkya (Türkiye), Almanya, Rusya, Çekya, Slovakya, İspanya, Romanya vs. Bazen de kavmin adı yerleşilen coğrafyanın isminden türemiştir. Mesela Amerika. Osmanlı memleketi bir imparatorluktu. “Osmanlı” ne bir kavmin ne de bir coğrafi bölgenin adıdır. Memleket kelimesi mülkten türemiştir. Sahip veya egemen olma anlamına gelir. Dolayısıyla Osmanlı ailesi sadece devlet yöneticisi değil aynı zamanda memleketin yani “mülkün” sahibiydi. Osmanlı’nın iktisadi bağlamda neyi niçin yaptığı, olaylara bu pencereden bakılmazsa anlaşılamaz. Özellikle imparatorluğun en güçlü döneminde başlatılan ve “kapitülasyon” diye bilinen “ticari imtiyaz kiralama” uygulaması buna iyi bir örnektir. Kapitülasyon, peşin olarak ödenen belli bir giriş parası ve yıllık aidat karşılığında “yabancılara, Osmanlı mülkü içinde kendi tebaası gibi ticaret yapma imtiyazı bahşetme” demektir. Amacın devlete (hanedana) gelir yaratmak olduğu çok açıktır. Olay bugünkü küreselleşmeye benzemez. Çünkü anlaşmalarda “mütekabiliyet/karşılıklık” yoktur. Yani Osmanlı vatandaşlarına, karşı ülkede eşdeğer bir imtiyaza sağlanmamıştır.

PARASAL YABANCI SERMAYE VE DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE YATIRIMI 

Kamuoyunda “parasal yabancı sermaye” yani faiz karşılığı dış borçlanma kötü olabilir ama “yabancı sermaye yatırımı” iyidir şeklinde bir hüküm vardır. Bu sorgulanması gereken bir hükümdür. Sanıldığı kadar doğru değildir. Mesela sıfırdan yatırım yapmak yerine işleyen firma, hele banka almak bir ülkeye doğrudan yatırım yapmak değildir. Çünkü ülkenin sermaye birikimi artmamaktadır. Türkiye’nin 2024 Mart sonu itibarıyla toplam dış yükümlülükleri 635, dış varlıkları ise 317 milyar dolar. Bunun neti eksi 318 milyar dolar ediyor. Bunun içinde yabancıların ülkemizdeki doğrudan yatırımları (gayrimenkul hariç) tarihi maliyetlerle (piyasa değeri misliyle yükselmiştir) 176 milyar dolar, Türklerin doğrudan dış yatırımları ise 63 milyar dolar düzeyindedir. Arada 113 milyar dolarlık eksi bir fark var. Tersi olmazdı zaten. Kaba bir hesapla yabancıların 635 milyar varlıklarından yılda %10, bizim ise 318 milyar dolarlık yatırımızdan %5 nema elde ettiğimizi varsaysak, her yıl dışarıya şu veya bu nam altında 57 milyar dolar “gelir” transfer ediyoruz gibi bir sonuç çıkar.

SON SÖZ: Devlet için iyi olan millet için iyi olmayabilir.