Daha ortada “ideoloji” kavramı yokken, “sol” ve “sağ” terimleri ilk kez 1789 Fransız Devrimi sırasında ulusal meclis üyelerinin oturumuyla başladı:

Meclis başkanının sağında dine, krala sadık eski rejim destekçileri, solunda ise radikal devrimciler oturdu.

1791’den itibaren ulusal meclis üyeleri değişse de saflaşma sürdü; “yenilikçiler”, “ılımlılar” merkezde ve solda, kendilerine “anayasanın vicdanlı savunucuları” diyen eski rejim savunucuları sağda oturdu.

Zamanla “burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşmasıyla” bu kavramlara “aşırı sağ”-“aşırı sol” ve “merkez sağ”-“merkez sol” terimleri eklendi...  

İşçi sınıfı 1848 Devrimi günlerinde saflaşma “demokratik sosyalistler” ile “gericiler” olarak isimlendirildi.  

1871’de Üçüncü Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte terimler siyasi partiler tarafından benimsendi: Cumhuriyetçi Sol, Merkez Sağ, Merkez Sol, Aşırı Sol (1876) ve Radikal Sol (1881)... Vs. Vs.

Şunu da belirtmeliyim: “Sol” ve “sağ” kelimeleri ilk başta muhalifleri tarafından hakaret olarak kullanıldı. Gerçekte soldakiler kendilerini sıklıkla “cumhuriyetçiler” sağdakiler ise kendilerini sıklıkla “muhafazakâr” isimlendirdi...

★★★

“Sol” ve “sağ” kelimelerinin kullanımı Fransa’dan diğer ülkelere yayıldı. Örneğin, İngiliz siyasetinde “sağ” ve “sol” terimleri ilk kez 1930’ların sonlarında İspanya İç Savaşı’na ilişkin tartışmalarla kullanıma girdi. İlginçtir İspanya İç Savaşı sırasında faşist falanjistler, “sağ” ve “sol” kavramların olmadığını (senkretik politikayı) ilk savunan siyasi hareket oldu!

Dünyada genel olarak sol kanat özgürlük, eşitlik, kardeşlik, insan hakları, ilericilik, reform ve enternasyonalizm gibi fikirlere, sağ kanat otorite, hiyerarşi, düzen, yurtseverlik, görev gibi kavramlara vurgu yaptı.

İki kavramın her ülkede farklı anlamları olduğunu da belirtmek lazım:

Eskiden çoğunluk ayrımın temel faktörünün “sınıf” olduğundan yanaydı. Özellikle Batı’da kapitalist ekonomiler geliştikçe, aristokrasinin yerini burjuvazi aldıkça, Avrupalı işçi sınıfı sömürgelerden gelen rantlara “ortak” edildikçe “sınıf” vurgusunu azalttı.

Hele Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Batı siyasi partilerinde köklü değişim gösterdi. Batılı/Batıcı partilerin ekonomi-politik tavırlarında sol ile sağ arasında ideolojik fark kalmamaya başladı. Ayrım; otoriterlik, laiklik, cinsiyetçilik, feminizm, çevre kirliliği, etnisite gibi konulara kaydı...

Örneğin:

★★★

Neoliberalizmin soldaki/ “Üçüncü Yol”  temsilcisi Tony Blair 2006’da İngiltere başbakanı iken siyasetteki ana ayrımı sol-sağ değil, açık-kapalı olarak tanımladı. “Açık” seçmenler kültürel olarak liberal, çokkültürlülük ve küreselleşmeden yana olma eğilimindeyken, “kapalı” seçmenler kültürel olarak muhafazakâr, göçe karşı olmak gibi korumacılıktan yanaydı!

Yani... Siyasi tavır salt sosyo-kültürel konular üzerinden yapılmaya başlandı. Sıklıkla tek sol-sağ ekseninin siyasi görüşlerdeki çeşitliliği tanımlamak için yetersiz olduğunu ileri sürüldü.

Eşitlikçilik” gibi sosyal adalet talepleri unutuldu. “Emperyalizm” komplocu düşünce gösterilmeye başlandı!

Ve dünyanın dört yanında her görüşü kapsayan ve adına “büyük çadır partileri” denen yapılar ortaya çıktı.

Keza: Aşırı sol ve aşırı sağın karşıt uç değil, benzer olduğunu ileri süren “at nalı teorisi” ortaya atıldı!

Sonuçta:

Kendi ideolojisinin mümkün olan tek siyasi görüş olduğunu iddia edenler, sol ve sağ kavramlarının “tedavülden kalktığını” ileri sürdü!  

“Alain” müstear adını kullanan Fransız düşünür E. Auguste Chartier’in 1931’de sözünü yazmalıyım:

-“İnsanlar bana sağ partiler ile sol partiler ayrımının hâlâ anlamlı olup olmadığını sorduklarında aklıma gelen ilk şey şu: Bu soruyu soran kesinlikle solcu bir kişi değil.”

Tartışmayı sürdüreceğim...