Bilen bilir, yıllardır ne zaman bir Murakami yazılacak olsa o kitap bana gelir, “İpek yazar mısın?”… Londra’da yaşayan dostum, Murakami’nin imza gününe gittiğinde girdiği sıradan beni arar, “İpek çok mutluyum. Onu çok iyi gördüm, daha uzun yıllar yazacağını hissettim” der… Karşılıklı yaşanan çocuksu ve biraz tuhaf geldiğini kabul ettiğim bu sevinci size nasıl anlatayım? “1256 sayfalık 1Q84 romanını Japonya’ya götürdüm, romanda sık sık adı geçen Shinjuku istasyonunda insanları izledim, o şahane romanın kokusunu duydum, kahramanlarını gördüm” desem yeterli olur mu?
Onun “Yeni Kafka” olduğunu düşünen, her yıl Nobel almasını bekleyenlerden biriyim işte. Öykü örgüsündeki kodlarda kaybolan biriyim. Müzik, otomobiller, giyim-kuşam, mutfak, kitaplar, spor. Her birinin her romanda ayrı bir anlamı var, adeta birer sembol.
Ve hâlâ okumamış olanlar, benim gibi bir türlü fırsat bulamayanlar… Şimdi sizi yeni Japonum OSAMU DAZAİ’yle tanıştırayım… Asıl adı Shuji Tsushima… Ben yeni okudum ama Dazai yeni değil elbet. 1909 doğumlu. 19 yaşında ilk intihar girişiminden sonra ailesi tarafından reddediliyor. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız Filolojisi okurken ünlü yazar Masuji İbuse’yle tanışıyor. Bu tanışmayla ilk öyküler yayımlanmaya başlıyor. Elimdeki kitap “İnsanlığımı Yitirirken’ 1948’de basılmış. Daha önce başka yayınevleri tarafından basılan roman şimdi de Can Yayınları etiketi, Didem İpekoğlu’nun çevirisiyle raflarda yerini aldı. Kitap, Japon kimliği ve geleneklerini açıkça eleştiriyor.
Bir soruyla devam edelim.
Romanların giriş cümlelerinden etkilenenlerden misiniz?
Mesela Tolstoy, ‘Anna Karenina’ya şöyle başlar: 'Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.'
Charles Dickens, ‘İki Şehrin Hikâyesi’nin ilk cümlesinde “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi” der.
Kafka’nın ‘Dönüşüm’e nasıl başladığını kim bilmez ki… 'Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.'
Orhan Pamuk, ‘Yeni Hayat’ın ilk cümlesinde “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” der.
Osamu Dazai ise şöyle başlıyor eserine: “Utanç dolu bir yaşamım oldu.”
Dazai’nin yarı otobiyografik romanı ‘İnsanlığımı Yitirirken’, içinde yaşadığımız toplum tarafından kabul görmediğini hisseden ve yalnızlığın varoluşsal kaygısıyla yüzleşmek zorunda kalan Yozo adında bir adamın hikâyesini anlatır.
İnsanların karşısında tir tir titreyen, onu mutlu edebilecek hiçbir şey olmadığını düşünen Yozo, zengin bir aileye mensup ve halk deyişiyle ‘zehir gibi’ olduğu için okuldakiler tarafından saygı görse de bundan çok korkardı. Saygı duyulan biri olmaktansa haylaz biri olarak tanınmayı tercih edip, bunun için her şeyi yaptı. Ancak gerçek kişiliği bu da değildi.
Topluma dahil olamıyordu. Her şeyi eline yüzüne buluşturuyordu. Herkes için bir hayal kırıklığından öteye gitmiyordu.
Alkolizm, geyşalar ve sonuçsuz kalan intiharlarla dolu Yozo’nun hayatı, Dazai’nin yaşamıyla çokça paralellik taşıyor.
Bir Aylak Adam sendromu mu, bilmiyorum, hâlâ düşünüyorum.
Okuyun derim.