“İzmirlandia” fenomeni
Henüz bu tatil kasabası büyük patlama yapmadan, Alaçatı’da küçük bir köy evi kiralayan House Cafe’lerin sahibi Razaman Üren zamanla tamamen buraya yerleşmenin planını yapıyordu. Büyük şehri bırakmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.
Çocuk sahibi olunca fikrini değiştirir diye bekliyordum; malum okul derdi başlayacak. Aksine çocuğunun da herkes gibi orada bir okulda okuyabileceğinden bahsediyordu.
Son 10 yıl içinde, adım adım, İstanbul’dan İz-mir’e, özellikle de Alaçatı’ya ciddi bir göç başladı. Taş evleri milyonlarca dolara alıp yılda birkaç hafta sonu kalanlar değil, İstanbul’u tamamen bırakıp Ege’de yepyeni bir hayat kuranlar oluşmaya başladı.
Bir gün Garanti Bankası’nın başına geçmesi beklenen Tolga Egemen aniden finans dünyasını terk edip, neredeyse Ferrari’sini satan bilge misali, Alaçatı’ya yerleşti ve kendisini tam zamanlı kitap okumaya verdi.
Ralli pilotu olarak bilinen ve zamanında İstanbul’un hızlı çapkınları arasında yer alan Ali Deveci gece hayatının ışıltılarına veda edip, zamanında sadece yazları geldiği Çeşme’de tüm yıl yaşayanlar kolonisine katıldı. Giderek, Çeşme ve çevresinde ev ya da arsa bakıp yeni bir hayat tasavvur edenlerin sayısı artıyor. Bir zamanlar İstanbul’suz yapılamayacağını, İstanbul’un asla bırakılamayacağını düşünenler gözlerini kırpmadan şehre veda etmeye hazırlanıyor.
Birkaç sene önce Şenay Düdek, Erol Atar ve Uğurkan Erez gibi İstanbul’da yaşanabilecek en görkemli hayatı yaşayanlar havlu atıp İzmir’e yerleşmişti. O zamanlar emeklilik diye düşünmüştüm, şimdi öncülük yaptıklarını anlıyorum.
Son olarak zaten yazları Çeşme’de geçiren Uğur Dündar artık ailesiyle İzmir’de yaşayacağını açıkladı. Bu, belki de İzmir’e en simgesel göç.
Kim hayal edebilirdi?
1972’deki Münih Olimpiyatları’ndan beri sürekli ekranda olan Uğur Dündar‘ın medyanın, iş dünyasının, finansın, sanatın merkezi İstanbul’u terk edebileceğini kim hayal edebilirdi?
Kuşkusuz, teknolojik olanaklar ve kolay hava ulaşımı ofis işlerine bağlı kalmayanların işlerini kendi seçtikleri bir noktadan sürdürmelerine fazlasıyla imkan veriyor. Mesela Türk medyasıyla ilgili gelişmeleri analiz ettiğim bir yazıyı geçenlerde Arizona‘da bir motel odasından yazdım.
İnsanlarla buluşmaktan, gidilen mekanlara gitmekten, kimi alışkanlıklardan feragat etmekse İstanbul dışında kurulan bir hayatın zorunlu kıldığı tavizler. Sonuçta Türkiye’de hâlâ İstanbul dışında iyi lokanta, iyi bir mağaza bulmak kolay değil. Bunlar büyük şehir hayatının zorunlulukları, küçümsemeyin.
Ama gidenler zaten bu kayıpları göze alıyor, karşılığında kazandıkları ödül ise hepsinden daha değerli: Özgürlük.
Artık İzmir’e yerleşmek, ya da Alaçatı’da yaz-kış yaşamak bir bohem fantezisi olmanın çok ötesinde, neredeyse bir zorunluluğa dönüştü. Ertuğrul Özkök‘ün eşi Tansu‘nun bir anda Urla’ya yerleşip Beykoz Konakları’nı, Özkök soyadının sağladığı tüm imkanları bırakmasının altında bu var. Özgürlüğe uyanıp rahat nefes alabilmek her şeyden daha değerli.
İstanbul, iktidarda olan hükümet sayesinde, öylesine yaşanamaz bir yere dönüştü ki, tüm imkanlarına ve güzelliğine rağmen boğucu olmaya başladı. Trafik, inşaat, gündelik terör, son olarak da okullarda yaşanan yerleştirme skandalından sonra eski çekiciliğini iyice yitirdi.
Bu iktidar inşaat arsızlığıyla neredeyse doğal olarak bozulması imkansız şehrin estetiğini de bitirme yolunda epey başarı kat etti. Sonunda aklı başında insanlara da “Alın, başınıza çalın, sizin olsun“ demek kaldı.
Önümüzdeki yıllarda İzmir’e yönelik göçün hızla artacağını kestiriyorum, peki buradan neredeyse Kürt bağımsızlık hareketi gibi Beyaz Türk özerkliği çıkacak mı acaba?
Sonuçta orada bir Yeni Türkiye varsa, bizim de bir Yeni Türkiye‘miz olacaktır.
En özgür şehir
Amerika’nın İzmir’i
Bugün İzmir‘in yaşadığı entelektüel göçü 2008 yılında Amerika’nın Batı sahilindeki Portland şehri yaşamaya başladı. Büyük krizde işsiz kalan eğitimli nüfus ‘iş neredeyse oraya giderim‘ yerine ‘istediğim yerde yaşayıp ne iş olsa yaparım‘ tercihini kullandı ve Portland‘da kendine özgü bir yaşam alanı doğal olarak oluştu.
Kışların ılıman geçtiği, hemen her yere bisiklet ya da toplu taşıma araçlarıyla ulaşılan şehir San Francisco, New York ya da Los Angeles‘a kıyasla çok daha makul fiyatlara benzer bir kültürel iklimi sunmaya başladı: Eğitimli nüfus yoğunluğu.
Kendine özgü cafe’leri, lokantaları, ilgi alanları, kitapçılarıyla Portland giderek dünyada hipster’ların da mabedi haline geldi.
Fakat zamanla Portland‘ı marka haline getiren ne varsa şehrin aleyhine de işlemeye başladı. Garsonluk yapan üniversite mezunları artık yavaş yavaş gerçek mesleklerine dönmek istiyordu, ama Portland‘da iş alanları hâlâ çok kısıtlı. New York Times geçen hafta bu konuyla ilgili çok enteresan bir ekonomik inceleme yazısı yayımladı.
Finans hâlâ New York‘ta, sinema hala Los Angeles‘ta. Teknoloji da San Francisco‘da... Portland‘ın özgürlükler, hoşgörü ve kültür dışında önerecek pek bir şeyi yok...
Tıpkı İzmir gibi...
İzmir ciddi bir insan göçü alacak ama acaba bu insanlar hangi işlerde çalışacak? (Bu pası Güngör Uras’a atıyorum.)
Ancak ne yazık ki İzmir Belediyesi bu vizyondan çok ama çok uzak. İcraat olarak hayvanat bahçesi (insanlık dışı uygulamaların simgesi) açan bir beyaz eşya bayii vizyonundan söz ediyoruz.
Bir büyük şirketin genel merkezini, bir bankanın üssünü, bir medya kuruluşunun ana binasını İzmir‘e taşıması çok da uzak bir ihtimal değil.
Kai Diekmann bana Bild‘in Almanya’nın başkenti taşınınca gazetenin de daha emekleme halindeki Berlin‘e taşınmasını “Artık her yerin merkezi Berlin olmaya başlayacaktı“ diye anlatmıştı. Gazetenin çalışanları da zaten hep birbirleriyle yakın olduğu için bir aile gibi sevinerek Berlin‘e yerleşmişler; düzenleri bozulmadan.
İstanbul, her türlü enerjiyi söküp atarken Beyaz Türkiye’nin yeni bir merkez bulması zorunlu artık.
Hayrünnisa Hanım’a kötü haberim var
Bu yılın yemek trend’leri
New York’ta bu sezon en gözde yemek ne dersiniz? Hamburger... Büyük şefler hamburgeri yeniden keşfediyor, yeniden mönülere ekliyor ve kendi yorumlarını katarak sunuyor. New York Magazine tadılması gereken 13 hamburgeri listelemiş, sanırım şu anda beşini denedim.
En etkileyicilerinden biri Brooklyn’de küçücük bir lokanta olan Wilma Jean. İkincisi, Türkiye’ye İclal Aydın’ın uğruna yazı dizileri yaptığı lokantacı Keith McNally’nin yeni yeri Cherche Midi’nin hamburgeri. McNally’nin Balthazar lokantasını pek seven Abdullah Gül ve ailesi bu hamburgeri ne yazık ki deneyemeyecek, zira üzerinde ‘bacon reçeli’ var. Gerçi, Güllerin de devlet bütçesiyle Balthazar’da brunch günleri tarihin tatlı bir anısı kaldı...
Hamburger sadece öğlenleri servis ediliyor ama, çünkü akşamları o pahalı masalara yerleşen müşterinin nispeten daha ucuz olan hamburgeri yiyip masadan kalkmasonı istemiyor lokantacılar. New York’ta mönülere giren ikinci ürünse karnabahar...
Yemek seçmiyorum ama gerçekten sevmiyorum, fakat moda oldu diye deneyeceğim. Birkaç sene önce Brüksel lahanası böyle bir anda belirmişti lokantalarda; bu sene karnabahar.
Soykırıma destek
Geçenlerde bir not aldım. Türkiye’ye gelip Mustafa Ceceli’yle düet yapan Lara Fabian’ı anlatıyor: Belçikalı, Ermeni diaspora’sının gözdesi, Ermeni soykırımı iddialarına destek veriyor... Ünlü organizatör Fabian’ın Türkiye’de konser verirken hiç kimsenin bu gerçekleri bilmediğinden dolayı şaşırdığını da ifade ediyor. Halbuki daha geçenlerde Murat Bardakçı televizyonda Charles Aznavour’u çalınca kimi cahil izleyiciler infial yaratmıştı; Aznavour’un Ermenice söylediğini iddia ederek. Kibarlık ve nezaket karakter özelliklerinden olmayan Murat Bardakçı da sokak ağzıyla yanıt vermişti... Neyse...
Ya Lara Fabian bilinmiyor... Ya da umursanmıyor...
Sahiden merak ediyorum, Türkiye toplumu Ermeni Soykırımı meselesini aştı mı? Eskiden soykırım sözü bile telaffuz edilemezdi, şimdi Soykırım adlı kitaplar yayımlanıyor, konu daha özgürce çalışıyor. Bir Türk yönetmen, Fatih Akın, bu konuda film çekti. Acaba Türklerin hassasiyeti bitti mi? Tabii bir de bütün bunlardan daha çok merak ettiğim, iktidarın gözde şarkıcısı, ‘hacı’ lakaplı muhafazakar popçu Mustafa Ceceli’nin bu konudaki görüşü ne?
Hadi Hayko aydınlat; bak sana TV programına uzman diye çıkmak için bir neden daha...