“Günümüzdeki tarikat örgütlenmeleri ve dini cemaat biçimlerinin İslam algısını da tahrip edecek tarzda sorunlu bir bilgi üretim metotlarına sahip olduğunu ve bu yüzyılda hep sorunlu geldiklerini söylemek durumundayım. Sufi düşünce mümkün olduğu kadar deruni, bireysel dindarlığı besleyen bir kaynak iken; günümüzdeki tarikat örgütlenmeleri ve dini cemaat biçimleri daha dünyevi ve ekonomik örgütlenmeler şeklinde ortaya çıkıyor. Bunlar akidevi açıdan, dinin usulleri açısından, dinin bilgi kaynakları açısından ciddi sorunlar içeriyor. Bu sorunlar, işin içinde dindarlık olduğu için, şekli görüntüler insanlarda bir etki meydana getirdiği için, zaman zaman da siyasi olarak her İslam ülkesinde bunlar himaye gördüğü için konuşulamaz oluyor. Dini bilgi bu kanalla yıpratılıyor.”
Yukarıdaki cümleler Diyanet
İşleri’nin eski Başkanı Prof. Ali
Bardakoğlu’na ait.
Sayın Bardakoğlu konuşmasındaki bu paragrafta sorunun bir boyutuna dikkatleri çekiyor. İslam Düşünce tarihinin akışını dikkate alırsak; din-iktidar ilişkileri, siyasallaşma, dünyevileşme, mezhepçilik ve bunların getirdiği kamplaşma ve dini örgütlenmelerin karmaşık yapısı, dinin o “saf” haliyle buluşulmasının önündeki engeller olarak ifade edilebilir.
Bunları konuşmaktan bir türlü sadede gelemiyoruz. Yani dinin o “saf”, o “sade” halini konuşamıyoruz.
Günün vahşi kapitalizmine globalizm diyerek kendini kaptırmış, her şeyi meta haline getirmiş alışkanlıkların yeni bir tezahürü olarak, cemaatleşmelerin içine tarikatların da düştüğü bu durum, irfani gelenekle aramıza mesafeler koyuyor. Hâlbuki insanları sorumluluğa davet eden, Hocam Prof. Kenan Gürsoy’un ifadesiyle “en saf ve deruni dini tecrübenin içinden bir tatmin ve bir ahlak çıkarabilen, hiçbir norm ve şekil kaydıyla sınırlanmamış olan bu anlayış”; bugün yaşadığımız pek çok probleme deva olacak tefekkür oluşumlarını içinde taşıyordu.
MENFAAT BİRLİKTELİKLERİ
Geleneksel olandan modern alana doğru geçilip dinin siyasetle olan ilişkisi kurulmaya başlandıktan sonra dini görünümlü menfaat birlikleri de ortaya çıkmaya başladı. Burada etkin olan husus, Şerif Mardin’in ifadesiyle, insanların “ben kimim” sorusuna cevap bulması ve topluma
“katılma” isteğidir.
19. yy’ın sonundan itibaren modernleşmeye duyulan tepki ve ortaya çıkan savrulma ve dağılma endişesi, Müslümanların kendi içlerinde birtakım oluşumlarına zemin hazırladı. Zaten var olan; cami, dergâh, dini cemaatleşme biçimleri, modernleşmeye ya da Batılılaşmaya duyulan tepki nedeniyle üyelerini birbirine sıkı biçimde bağladı.
Günümüz dini cemaat anlayışlarının altında yatan sebepler, her ne kadar bazı ritüelleri yerine getirmek ve manevi bir alan açmak gibi tatmin araçları olsa da, daha çok insanların dünyevi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik, dünyada kendilerine ontolojik garanti adı altında teminat aramalarının sonucu olarak ortaya çıktığını söylemek mümkün. Kendilerine benzeyen insanlarla birlikte olmak ve doğrudan ilişki halinde oldukları ve destekledikleri iktidarın nimetlerinden faydalanmak da yine talepleri arasında yer alıyor.
Dini görünümlü bu menfaat birliktelikleri, günümüz sivil toplum örgütleriyle, bizim klasik tarikat ve cemaat örgütlenmesinin tam ortasında yerlerini aldılar. Ne tam bir sivil toplum örgütü ne de tarikat ya da dini cemaat; sadece ikisinden de bazı benzerlikler taşıyorlar.
Başlangıçta bu yapılar, bireysel ihtiyaçlara cevap verirken; şimdi, toplumsallaştıkları için, insanların toplumla ve kurumlarla olan ilişkilerinde ortaya çıkan ihtiyaçlara da cevap vermeye başladı. Örneğin, devlete ait kurumlarda çalışarak farklı ağlar üzerinden bu ilişkilerini genişletebiliyorlar. Çalıştıkları devlet kurumlarında daha iyi konuma gelebilmek için dini cemaat ve tarikat ilişkilerini öne çıkarmaktan geri durmuyorlar. Bu aynı zamanda devlet kurumlarıyla iş yapanlar açısından da söz konusu, alınan ihaleler gibi. Toplumsal evrim karmaşıklaştıkça, dini örgütlenmelerde bu ilişkiler de karmaşıklaşıyor.
ÖZE UYGUN MU
Cemaat ve tarikatların toplumda bir karşılığı var.
Ancak bu toplumsal karşılık tatmin olurken kaynağına/özüne yabancılaşmakta, hatta yeni oluşan siyasi durumlara göre bilgi üretmeye
(fetvalar dâhil) çalışmaktadır.
Sufi düşünce ise deruni, kişisel ve bireyi içine alan bir ahlaki anlayış önerirken tüketim ekonomisine bağlı bir toplumsallaşmanın pençesinde sıkıntıya düşmektedir.
Hülasa popülizm ve siyaset dini örgütlenme biçimlerinin tüm kalelerini zabtu-rabt altına almaya çalışmaktadır.
Şimdi soralım, bu durumda dini-felsefi düşünce, saf ve temiz bir imanı alarak yola çıkmak durumunda değil midir?
Dini bilgi nasıl yıpratıldı?
Ayşe Sucu
Yayınlanma: