İslam dünyası, son üç yüz yıldır Batı karşısında yaşadığı zihniyet krizini ve neredeyse her alanda düştüğü yenilgiyi çok acı bir şekilde fark etti. Bu noktada inancını/kendini yeniden sorgulama ihtiyacı hissetti. Dışarıda Vahhabilik (daha sonra yerini Selefiliğe bırakacaktır), ıslah, tecdit, ihya; içerde ise Osmanlıcılıktan Garpçılığa kadar tüm yenileşme hareketleri kökenini bu döneme borçludur.
Kitleleri iktidara eklemleyecek bir idari sistem geliştiremediği için Müslüman dünya; Batı’da gördüğü, demokrasi, cumhuriyet, laiklik, ifade özgürlüğü gibi modern kavramları nasıl benimseyebileceği sıkıntısına düştü. Kendi yerelini evrenselle buluşturma çalışmalarını yapabilecek entelijansıyası da olmadığı için; Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerde zaman zaman yaşanan toplumsal dalgalanmaların rüzgarı hep akim kaldı. Dolayısıyla bu kavramların tarihsel somut uygulanışına baktığımızda, Müslüman ülkelerde karşılığını bulmakta hâlâ zorluk çekiyoruz.
AZ GELİŞMİŞ DEMOKRASİLER
II. Dünya savaşından sonra, liberal dünyanın da baskısıyla kendimizi demokrasinin içinde bulduk. Ama buna ne kadar hazırdık, tartışılır! Zira modern demokrasiler (başta İngiltere olmak üzere, Fransa, İsviçre, Benelüks ülkeleri vs.) sınıf bilinci aracılığıyla işler. 1950’ler Türkiye’sinde bu sınıf bilincinden bahsetmekse hayli zor.
Kaldı ki demokrasinin olmazsa olmazı olan ekonomi-politik düsturu yerleşmemiş bizdeki gibi az gelişmiş demokrasiler; beylik, klişe, yüzeysel kavramlar üzerinden yürür. Nedir bunlar; laik İslamcı, Kürt Türk, Alevi Sünni, açık kapalı, dindar dinsiz gibi kavramlardır.
1950’lerden itibaren bu kavramlar siyasi retoriğimizin adeta dama taşları olmuştur. Bunlar arasında en çok süistimal edilenler ise laiklik ve onun karşısına konulan dindir.
Ellili yıllar ve sonrasında, kendini sol olarak tanımlayan partiler; şehirli, orta sınıf, memur, işçi, emekli, öğrenci ya da köylü seçmenin hak ve çıkarlarını savunacak iktisadi bir söylem ortaya koyamadı. Laikliğin öne çıkartılmasının sebebi buydu. (Ekonomi politiği de içine alan bir değerler sistematiğine ihtiyaç var. Sosyolojiyle bütünleşen bir toplum felsefemizin olmayışından dolayı insanımız ihmal edilmiştir.) Buna mukabil, seçmene, kendini sağ olarak tanımlayan partilerden muhafazakar-İslamcı olanlar, temsil etme durumunda oldukları rantçı kitlelerini meşru gösterebilmek için, dini sürekli istismar ettiler.
Rahmetli Menderes’in “siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz“ demesi ya da merhum Erbakan’ın kendi iktidarı için kullandığı “geçiş dönemi tatlı mı olacak, kanlı mı?“ ifadesi modern-hukuk devletiyle ne kadar örtüşür?
ZULÜM HARAMDIR
Günümüze gelirsek, iktidar partisi ekonomi-politik bir söylemle kitlelerden istediği oyu alamayacağını çok iyi bildiği için, siyasi söylemini “din“ üzerine bina etti. Bu malumun ilanı... Çok daha önemlisi, dillerinden düşürmedikleri bu İslami gelenekle de ters düştüler! Hem kendi siyasi söylemlerini dinin yerine ikame etmeye kalkışarak; hem de ahlaki, hukuki, etik ve estetik nerdeyse her alanda ortaya koydukları iddialarının tersini yaparak!
Kur’an, “hakk”, “adalet“ ve “özgürlükler“ üzerinden bir dünya görüşü ortaya koyar.
Yine, İslam devlet geleneğinde “adalet” en temel kavramdır. Siyasetnamelere baktığımızda ise bu konuda çok geniş açıklamalar getirilmiştir. En temel argüman olarak “reayaya zulüm haramdır“ hükmüne varılır.
Şimdi soralım; sürekli geleneğe ve dine atıfla konuşanlar, bu ön koşulun içinde geçtiği Nizam-ül Mülk Siyasetnamesi’ni ve dahi diğer siyasetnameleri ciddiye aldılar mı?
OSMANLI MI DEDİNİZ?
Osmanlı’yı dilinden düşürmeyenler, hizipçilik anlayışını neyle izah edebilecekler?
“Millet“ ne demek bilmeden, daha dün “milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık“ demişken, milli ve yerli ifadeleri kullanılır mı?
Geleneğe sahip çıkan, maddi ve manevi mirasını rant uğruna yandaşına peşkeş çekip satıp savar mı?
Osmanlı dediğin yetmiş iki milleti bir yapmış, sen ki elindeki biri, oy uğruna bölüp parçalamaya çalışıyorsun! Demezler mi sen kim Osmanlı olmak kim diye?
Hülasa; Devletin imkânlarıyla küçük bir azınlığı zengin etmek;
Yakınlarını, çoluk çocuğunu her anlamda imtiyazlı kılmak;
Kamu arazilerini “parsel parsel” satmak;
Görevi ehline değil de yandaşa vermek;
Muhalefet eden gazeteciyi işinden attırmak, olmadı darp ettirmek;
Bağış yapmayan iş adamlarının işine taş koymak;
Ve benzer pek çok haksızlık; hangi geleneğe, hangi ahlaka, hangi hukuka, hangi dine, hangi iz’ana sığar?
İktidarınızı sürdürmek için, zulme bu kadar mı muhtaçsınız?
Ancak Allah mühlet verir, asla ihmal etmez...
(Ahmet Hakan’a yapılan saldırıyı kınıyor, Doğan Medya grubuna geçmiş olsun
diyorum.)
İslam’ı kullananların çıkmazı!
Ayşe Sucu
Yayınlanma: