Bir şarkı çalardı:
“Gülen az, gülen az
Ağlayan çok, gülen az...”
Sokakta insanların yüzü gülmüyor, her birimizin yüreğinde bayraklar yarıya inik, her birimizin minik birer yas ilanı var...
Gülmek ağlayanlara ihanet gibi...
Ağlayan çok...
Gülen az...

*

Yürürken taşlara tekme atmayı, kaldırıma sarkmış yapraklara şaplak patlatmayı, durduğum yerde hiç gerek yokken zıplamayı...
Gereksiz lafları özledik...
Gevezeliklerimiz burnumda tütüyor...
İlla büyük laf ister; savaşa dair, ölümlere dair, devlete dair, ülkemizin üzerindeki kara bulutlara dair...
O yaklaşınca “Bil bakalım bi şey yaptım?” diyen güzel yüzlü okurumu... Gereksiz o “şeyi” dinleyince “Aaaa nasıl da yapmışsın?” diyen sahtekar şaşkınlığımı özledim...
Boynuna sarılmayı, gülmeyi, onun mutlu yüzüne bakmayı...

*

Gülen az...
Gerçeklerden kaçıp ıssızlığa, yüzünü dağlara çevirsen, maden katliamları... Ormana çevirsen, orman talanı... Denize çevirsen, yağmalanan kıyılar takılır aklına...
Bir dere kenarı kadar huzurlu ne olabilirdi, ama derelere mahcubuz..
İstanbul’un silueti hırsızlığı hatırlatıyor bize...
Bir camiye bakın; niçin eskisi gibi değil...
Ezan okunduğunda niçin gözlerim dolmuyor artık?..

*

Eski yazılarımı özledim...
Kedileri, sincapları, köpekleri, leylekleri, yunusları, karacaları...
Sıra gelmiyor...
Bir şehit annesi ağlarken, bebeğini kaybetmiş tekiri... Bir yiğit vurulmuşken, yaralı kaplanı... Babasını kaybetmiş bir çocuk gözlerini silerken, yuvadan düşmüş kırlangıç yavrularını...
Yazmaya sıra gelmiyor...

*

Sadece ülkemizi değil, bizi de çaldılar...
Duygularımızı, mutluluklarımızı, huzurumuzu, tebessümlerimizi, kahkahalarımızı...
Gülüşlerimiz gitti...
Sokaklara bakın...
Gülen az...
Ağlayan çok, gülen az...