“Abi, Söke’deki naylon çadırda doğduğumda 1,5 kiloymuşum.
Annemin sütü gelmeyince “Bu çocuk yaşamaz be!..” demişler. Ama babam birkaç kilometre uzaktaki bir çiftlikten inek sütü alarak beni beslemeye başlamış. Böylece ilk 10-15 günü ölmeden atlatmışım. Aksilik bu ya, bir süre sonra benim sütünü içtiğim inek ortadan kaybolmuş! Çiftlik sahibi babamdan şüphelendiğini söyleyince, jandarmalar soluğu bizim çadırda almışlar!
Babamın “Vallahi ben çalmadım! Çalsam burada olur. Ayrıca koca ineği kesip yememiz de mümkün değil, suçsuzum...” diye yalvarmasına rağmen jandarma ikna olmamış! Kelepçeleyip karakola götürmüşler. Suçu orada da kabul etmeyince, başlamışlar işkenceye... Bir su, bir elektrik... Ardından yine su, yine elektrik, yer misin, yemez misin?.. Bu böyle 10 gün sürmüş. Bakmış işkenceden kurtuluş yok, çaresiz suçu kabul etmiş. “Tamam” demiş. “Ben çaldım!..”
Böylece işkenceden bitkin düşen jandarmalar derin bir “Oh” çekmişler. Babamı mahkemeye çıkarıp, cezaevine atmışlar!
Abi, Allah’ın büyüklüğüne bak!..
Bizim inek 3 ay sonra ortaya çıkmaz mı!.. Hem de nerede biliyor musun? Çiftlik sahibinin erkek kardeşinin bahçesinde!.. Meğer iki kardeşin arasında miras ihtilafı varmış. Küçük olanı “Bu inek bana kalmıştı” diyerek alıp götürmüş!”
Babam cezaevinden çıkmış, dosya kapanmış!
Ama hâlâ rüyalarından “İneği ben çalmadım” diye bağırarak uyanır!..”
* * *
“Abi biz sepet yapar satarız.
Söke’deki topluluğumuz uyuşturucu işine bulaşmaz, suç işlemez, sabıkamız bulunmaz. Sepetlerin karşılığında fasulye, bulgur, nohut, şeker, pirinç vs alırız. Çünkü onlardan başka gıda bilmeyiz! 3-4 çuval erzak için ellerimizde sepetler, diyar diyar dolaşırız.
Hiç unutmam yine göçteyiz. O sırada henüz 7-8 yaşlarındayım. Büyüklerimiz Fethiye yakınlarında ulu bir ceviz ağacının altında durmaya karar verdiler.
Kamyondan eşyalarımızı indirip çadırlarımızı kurduk. İşler bittiğinde güneş batmış, ilk karanlıklar bize yaklaşmaya başlamıştı. Ateşler yakıldı, yemekler tencerelere konuldu. Tam yemek yiyeceğiz, jandarmalar geldi. Komutan “Buradan 10 dakika içinde gideceksiniz” dedi. Biz itiraz ettik “Kamyoncu yükümüzü bırakıp gitti, onu çağırmamız lazım. O arada çadırlarımızı söker, kamyon gelince gideriz” desek de komutana dinletemedik.
Kısa süre sonra arkasında araba olan bir traktör göründü. Çadırlarımızı aceleyle söküp traktörün arabasına bindik. Komutan sürücünün kulağına bir şeyler söyledi. Adam da kafasını salladı. Önde biz, arkada jandarma aracı, karşıdaki dağa doğru gittik. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yere gelince durduk. Komutan “Burada kalacaksınız, sizi başka bir yerde görmeyeceğim” deyip gitti.
İnanmazsın, meğer bizi bıraktıkları yer akrep kaynıyormuş abi!...
Yastığa başımızı koyar koymaz akrepler hepimizi sokmaya başlamaz mı! Akrebin iğnesini yiyen acılar içinde çadırdan fırlıyor, onları gören çocuklar çığlıklar atarak kaçışırken akrepler onları da sokuyor!.. Anlayacağın kabus gibi bir geceydi.
Hastaneye nasıl gittik, yoksa birileri tarafından mı götürüldük hiç hatırlamıyorum!
Ama o korkunç geceyi unutamıyorum...”
* * *
“Abi, hayal bile kuramamanın acısını derslerden çıkaran bir öğrenci olarak, Söke Lisesi’ni birincilikle bitirdim.
Mezuniyet töreninde konuşma yapacağım söylendi. Konuşma metnimi kolayca yazdım. Kardeşim de çöpte, kovboy çizmesine benzeyen bir çift ayakkabı buldu. Denedim, birkaç numara küçük geldi. “Olsun, parmaklarımı içeriye doğru kıvırarak ayaklarımı küçültürüm” diye düşündüm. Nitekim ayaklarımı çizmeye sokmayı başarınca silip boyadık, tertemiz hale getirdik. Böylece sahneye yırtık ayakkabılarla çıkmaktan kurtulmuştum!
Tören sabahı, ayakkabıların vurmasına aldırmayarak heyecanla okula doğru yürümeye başladım. Bizim toprak yolu geçtim. Okulun avlusuna girince, birdenbire “çak çuk” diye sesler çıkmaya başladı. Meğer çizmelerin altına nal çakmışlar, avludaki parkelere çarpınca acayip sesler çıkarıyor!.. Sesi duyan müdür dışarı fırladı. “Oğlum yavaş yürü, parkeleri kıracaksın, onları yeni yaptırdık!” diye bağırmaya başladı.
Neyse ayakkabılarımın ucuna basarak, salonda bir kenara oturdum. Konuşma sırası bana gelip kürsüye doğru ilerlemeye başlayınca, yine “çak çuk” sesleri salonu inletmez mi?
Tabii herkes gülmekten kırıldı!..”
* * *
Abi, sepet satmak için 15-20 çadır toplanıp, Muğla’nın Milas İlçesi’ne gittik.
Garajın karşısına çadırlarımızı kurduk. Gün batımına doğru ateşler yakıldı. Tam tencere kaynatılacak, bir araba dolusu sivil polis geldi. Araçtan iner inmez hiçbir şey sormadan ellerindeki coplarla hepimize sıra dayağı atmaya başladılar. Kambur Rafet Abi diye bir büyüğümüz vardı. Onun kamburuna öyle bir cop patlattılar ki adam yüzükoyun yere çakıldı, kamburu bile dümdüz oldu!
Sıra dayağı bitince çekip gittiler. Bizler de ağlaya ağlaya çadırlarımızı söktük, tozlu yollarda bilemediğimiz serüvenlere ve yeni dayaklara doğru ilerlemeye başladık!..”
* * *
“Abi, unutamadığım bir olayı da bizimle ilgili açılımdan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik’le Yıldız Sarayı’ndaki buluşmamızda yaşadım.
Türkiye’nin her tarafından temsilcilerimiz gelmiş, herkes heyecanla Bakan’ın ne diyeceğini bekliyor. Ama onun önünde kocaman bir klasör, kafasını kaldırmadan içindeki evrakları imzalıyor. O sırada arkadaşlardan biri “Sayın Bakanım, milletvekili adaylarının belirlenmesine 3 hafta kaldı. Aramızdan bir kişiyi AKP’den aday yapamaz mısınız? Böylece açılım lafta kalmamış olur” deyince, Bakan onun yüzüne bile bakmadan “Yahu dün bir bugün iki. Ne çabuk da siyasetçi oldunuz? Önce bir muhtar seçilin, sonra parti teşkilatına girin, belediye meclis üyeliği yapın, çok çalışın, zamanı gelince aday da gösterilirsiniz!” diye cevap verdi.
Biz de içimizden “Ölme eşeğim ölme!” dedik.
Açılımın “şov”dan ibaret olduğunu oracıkta anladık!..”
* * *
Okuduklarınızı CHP’nin İzmir 1. Bölge 4. sıradan aday gösterdiği Roman yurttaşımız Özcan Purçu anlattı.
Halk Arenası için gittiğimiz Edirne’den İzmir’e dönüşte anlattıklarını dinledikçe, büyük şair Ziya Osman Saba’nın “Mümkündür bütün mucizeler...” deyişine bir kez daha hak verdim.
Özcan Purçu’nun ülkemizdeki 6 milyon Roman’ı temsilen Meclis’e gidecek olmasına, çok ama çok sevindim...
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Uğur Dündar’ın notu: Atilla Sertel’e yapılan kumpası çarşamba günü anlatacağım.
Bu bir roman değil, bir “Roman”ın acı dolu öyküsüdür!
Uğur Dündar
Yayınlanma: