Kadim devletlerde olduğu gibi devlet ideolojisinin ve devletin tarafı olduğu inancın dışında kalanlar dışlanamayacağına, kovuşturulamayacağına ya da yeryüzünden topyekûn silinemeyeceğine göre, modern hukuk devleti tüm inanç gruplarına karşı aynı mesafede durmak ve bunların da birbirleri üzerinde hegemonya tesis etmelerini engellemek zorundadır. Laiklik öncesi dünya tarihi ister Avrupa’sına bakın ister İslam coğrafyasına, dini kavgalarla doludur. (17. yy’ın 2. yarısından sonra Avrupa dünyasında din savaşları neredeyse hiç yoktur; başka ideolojiler ve çıkar savaşları vardır)
Dolayısıyla modern devlette, kurumların, bürokrasinin dini/mezhebi/meşrebi olamaz. Devlet adamının, bürokratların, siyasetçilerin olur. Fakat bunların seçilmesinin ve atanmasının ne ön koşulu, ne yeterlilik koşulu, ne de gereklilik koşulu Müslüman ya da herhangi bir inanca, mezhebe, tarikata, cemaate bağlı olmak değildir. Ön koşul işin ehli olmasıdır; yani liyakattir, bunu Yüce Allah söylüyor.
Ehil olmak veya “liyakat”; kişi hangi alanda çalışacaksa, o alanda yeterli bilgiye, beceriye, donanıma sahip olması demektir. Bunun yanı sıra koşulsuz şartsız “adalete/hukuka” uygun icraatlar yapması demektir. Devlet adamının tanımı da budur.

DEVLET ADAMI KANMAZ KANDIRMAZ

Devlet adamı demek, çok oy almak demek değildir,
Devlet adamı alkışlanmak demek de değildir.
Devlet adamı demek, yönetmeyi bilmek demektir.
Kanmamak, kandırmamak demektir.
Kanuna uygun davranmayanı, kanuna uygun cezalandırmak demektir.
Kanuna uygun davrananları da, kanuna uygun mükâfatlandırmak demektir.
Şimdi, hukuk devleti bağlamında buraya kadar söylediklerimizin hangisi akla, ahlaka ve insanlığa aykırı?
Bunlara, inançlı olsun ya da olmasın kim karşı çıkabilir?
Unutulmamalı; bir şey, akla, bilime, etik değerlere ve insan doğasına aykırı değilse, o şey dinidir.
İkinci bir husus, devlet şahıs değildir. Bu yüzden devletin dini olamaz.
Devleti yönetenler inanır ya da inanmaz.
“İşi ehline ver” ayeti, asıl olanın “adalet” ve “liyakat” olduğunu ortaya koyar.

KİŞİLİK YOK EDİLMEMELİ

Müslümanlar -özellikle siyasal İslam ideolojisinin etkisiyle- devleti ele geçirme ya da devleti İslamlaştırma çabasını; imanı, sorumluluğu ve ahiret bilincini temele alan bilgi ve ahlak eksenli din anlayışına gösterselerdi, bugün yaşadıkları devasa problemlerin içine düşmeyebilirlerdi. Zira devleti ele geçirme anlayışı “amaca giden her yol mubahtır” anlayışını da beraberinde getirdi. Bu uğurda bir Müslüman’da olması gereken en temel değerler çiğnendi ve çiğnenmeye devam ediyor.
Hakeza aklı rafa kaldıran ve Kur’an’ın ifadesiyle adeta sürüleştiren cemaatçi ve tarikatçi yapılanmalar, şahsiyeti ve şahsiyetliliği/kişiliği yok etti.
FETÖ yapılanması, kişiliğin nasıl erozyona uğradığını ortaya koyan örneklerle dolu.
Burada “kendini bilmek” anlayışını merkeze alan irfan geleneğimiz ile günümüz tarikat ve dini örgütlenmelerini aynı kefeye koymak zor. Pek çoğu, dinin, felsefi, ahlaki, deruni boyutuyla uğraşmaktan ziyade, ekonomik-çıkar ilişkileriyle ve siyaset projeleriyle gündemdeler. Elbette sanata, edebiyata, fikri düşünceye katkıları olan muhitler yok değil. Ancak onların dahi bu çevrelerce nasıl tenkitlere maruz kaldıkları bilinen bir gerçek.

CEMAATÇİLİK VE VATANDAŞLIK

Tam da bu noktada, cemaatçi tutumların, hukuk devletinde yarattıkları sorunlar gözlerden kaçıyor. Elbette bir insan bir cemaate yakın hissedebilir kendini... Liderini/şeyhini kutsamadığı ve bu yolculuğu ahlaki bir inşa sürecine dönüştürdüğü sürece sorun yaşanmaz.
Ancak cemaat liderinin her söylediği doğrudur/sorgulanamaz anlayışı, hukuksal ve dini sorunları beraberinde getirir.
İslam aracıları kabul etmez; bunun adı şirktir: “Arı duru din yalnız Allah’ındır. Ondan başkasını veliler edinerek, “biz onlara bizi Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz” diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez.” (Zumer/3)
Yurttaş devlete ve kanunlara kendini sorumlu hisseder.
Cemaatçi zihniyet ise liderin talimatlarına uyar.
Liderinin talimatı hukukla çatışırsa takiye yapar, kendini gizleme ihtiyacı duyar.
Bu tutum millet olma bilincini de kesintiye uğratır.
Vatandaşlık, devlet ve hukuk karşısında herkesin aynı haklara sahip olma bilincidir.
Liyakat esaslıdır, insanlar hak ettikleri göreve getirilecekleri inancıyla hareket ederler.
Devlet-millet arasındaki bu ilişki milliliği/devlete bağlılığı doğurur.
Oysa cemaatçilikte öncelik vardır, “bizden” ve “bizimkiler” anlayışı. Bu da liyakat başta olmak üzere tüm değerleri yok saydırır.
Şimdi soralım, hangisi daha İslami?
Hangisi daha ahlaki?
Hangisi daha insani?
Demem o ki “milli birlik” bozulsun istenmiyorsa, devletin asla imtiyazlı sınıf yaratmaması gerekir. Bu hangi tarikat ya da cemaat örgütlenmesi olursa olsun, eşit mesafede durmayı öngörür.
Laiklik insanca yaşamanın bir gereği olduğu gibi laik devlet her türlü inancın, mezhebin ve meşrebin garantörüdür.