Yargıtay’ın Ergenekon diye bir örgüt olmadığına karar verene kadar medya sanıklara yeteri kadar hasar verdi.


Bugün Ergenekon’un gerçek olduğuna, yani kendi yalanlarına Cemaat’çiler bile inanmıyor artık. Bir tek Nazlı Ilıcak inat ediyor, geri kalanlar inanıyormuş numarası yapıyor. Oysa daha üzerinden 10 yıl bile geçmedi, çok yakın tarihimizde manzara böyle değildi.
Önce neredeyse inandırıcı başlatılan bu yalan dava, sonradan ucuz bir televizyon dizisi gibi ilgi ve inandırıcılık azalmaya başlayıp rating’ler düştüğünde senaryoya eklenen yeni olay örgüleriyle uzattıkça uzatıldı. Kafes, Balyoz, OdaTV davası…
Dizinin finalini Yargıtay böyle bir örgüt olmadığı kararını vererek yaptı.
Dizi derken benzetme yapmıyorum. Samanyolu’na uyduruk televizyon dizilerini yazan Faruk Mercan gibi gazeteciler, akşam haber programlarında (başta, günahları saymakla bitmez CNN Türk’te) Ergenekon’u yorumlamaya başladılar. Diziler, çoğu zaman iddianameden önce olacakları öngörüyordu. İddianamelerin masa başında üretildiğinin daha net kanıtı olamazdı, ama o dönem sorgulayan olmadı.

Ergenekon haberleri gizli zarflarda özel görevli muhabirlere sızdırılan bilgilerle medyada yer aldı.


Kulağına bilgi fısıldanan köşe yazarları bazen ilginç tesadüflere imza atıyordu: Fehmi Koru’nun yazısının çıktığı gün İlhan Selçuk gözaltına alınmıştı, rahmetli Erhan Göksel’in tutuklanacağını şimdi işten atılan (yani kullanılıp atılan) Emre Aköz köşesinde önceden fısıldıyordu Sabah’ta.“Kar” romanında olayları olmadan haber veren gazeteyi yazan Orhan Pamuk, olayları olmadan haber veren Cemaat’in yalanlarını Amerikan
televizyonlarında “Türkiye militer geçmişinden kurtuluyor” diye pazarlıyordu.
Aptallıktan, alçaklıktan, ya da çıkarları öyle gerektiğinden Ergenekon’un gerçek olduğuna inanıyorlardı; hiçbir kanıt olmadığı halde ikna olduğunu söyleyenler çoğunluktaydı.
O dönem gazetelerde, televizyon kanallarında çalışanların hatırlayacağı üzere sabahları haber merkezlerinde kimin bıraktığı belli olmayan gizemli zarflar bulunurdu. Genellikle hep belirli muhabirler haber toplantısında büyük bir keşif olarak önerirdi. Cemaat’in merkez medyaya sızmış görevlileriydi bunlar; ya başından beri Cemaat’in içindeydiler, ya da zamanla kendilerini Cemaat’in kullanımına soktular.
Zaman gazetesinden falan bahsetmiyorum, Kanal D’ye, Radikal’e. CNN Türk’e, o dönem çalıştığım Akşam gazetesine kadar yerleştirilmişlerdi. Hepimiz kim olduklarını biliyorduk, kimi yöneticiler de buna göre tedbir alıyordu.
Mesela o dönem Kanal D haber merkezini yöneten Ayşenur Arslan bu sızıntıları kullanmamakta direniyordu. Kuşkuculuğunun karşılığını pasifize edilerek, bir süre sonra da işten atılarak aldı. Medyada gerçek gazetecilerin yerine Fethullah Gülen’i ziyarete gidip el öpen Ferhat Boratav gibi isimlerin yetkileri artırıldı, haber merkezleri, kanallar, bültenler, tartışma programları emanet edildi.
Ben Akşam’dayken o dönemki yayın yönetmeni Serdar Turgut bir deklarasyonla sızdırma haberleri kullanmayacağını duyurdu; bir süre sonra görevden alındı. Yerine Ankara’da dengeciliğiyle bilinen ve o dönem iktidarın da, Cemaat’in de çok sevdiği İsmail Küçükkaya atandı.
Cemaat’çi yargı muhabirleri tesadüfen adliye koridorlarında alakasız bir işlem için gelince karşılaştıkları Akşam’ın patronlarına çantalarını taşımak için eşlik ederken gelecekteki birtakım potansiyel iddianamelere karşı da uyarıyordu: “Duyduğum kadarıyla sizin de adınız geçebilirmiş, aman dikkatli olun.” Bu örtülü tehdide karşı yeni yayın yönetmeninin
görevi gazete sayfalarını sızıntı haberlere açmak oldu. Küçükkaya o dönem Cihan Haber Ajansı’na “Serdar Turgut’un sızıntı belge kullanmayacağız yaklaşımı bize gazetecilik açısından zorluklar çıkardı, geride kaldık, ben geldikten sonra bunu gidermek istedim” diyordu.
Giderdi de… Gazete sayfalarında kendi yazarlarını hapse attırmak için attığı manşetler ve senaryo yazarlarının kaleme aldığı iddianameleri ayrıntıyla basan (Taraf’la birlikte) iki gazeteden birini yaparak!
Cihan Haber Ajansı’na aynı söyleşide Ergenekon’a kişisel bakışının da zaman içinde değiştiğini açıklıyor: “İbrahim Şahin ile ilgili birtakım gelişmelerin yaşanması, Zir Vadisi'nde mühimmat bulunması gibi gelişmelerin ardından Ergenekon’a daha bir inanmaya başladım. Burada Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli davlarından birisi görülüyor. Tamam usul hatalarını görüp eleştirelim ama esası da görelim.”
Esası ortaya çıktı… Ama aptallık, alçaklık ya da çıkarlar yüzünden inananların kendilerini kullanmasıyla insanların hayatları karardı, aileler dağıldı, masum insanlar öldü. Kısacası Yargıtay kararına kadar yeteri kadar hasar yapıldı.
Ergenekon yıllarında hep yandaş medyada bu gizli terör örgütünün bir de medya ayağı olduğu söyleniyordu. Şimdi medya ayağının bu yalanı üreten ve dolaşıma sokanlar olduğu anlaşılıyor. Bu sistemli bir operasyondu: Yazılan senaryolara ve özel görevli elemanlara haber merkezlerini yönetenler sadece alet olmadı, bizzat onları var etti. Ama bu sistemin DNA haritası hâlâ çıkarılmadı. Yaşanan koca bir kumpastı, tek sorumlusu zavallı bir spor muhabiri ve hapisteki Mehmet Baransu değil herhalde.

Ahmet Hakan’ın yazıları epeydir eleştiriliyor.


 

Ahmet Hakan tartışması


Aylardır Ahmet Hakan hedefte; en son yazı tarzıyla dalga geçen (mazlumu savunuyormuş gibi yapıp hep zalimin yanında durduğunu öne süren) bir yazı epey konuşuldu. Türkiye’de okurlar katıksız muhalefet istiyor, dahası herkes kendi düşündüğünü okuma derdinde. Futbol taraftarlığı köşe yazarlığına da sızmış durumda. Ahmet Hakan kendini böyle savunuyor.
Konunun detaylarına girmeyeceğim, bu tartışmaya sadece seyirci kalmak istiyorum.
Ama tabii huy bu, kendimi tutamıyorum bir yandan da. Ahmet Hakan’ın yazarlığıyla ilgili yakın arkadaşımız Yiğit Karaahmet’in yaptığı şu tespite günlerdir gülüyorum. Paylaşmadan edemeyeceğim:
“Hep yazının mimarisinden bahsederdi, o mimari bir AVM oldu artık.”

Cem Yılmaz’ın cenazede gülmesi epey tepki toplamış.


 

Cem Yılmaz güldürmemiş

Cenazelerimizi tartışmanın zamanı


Cem Yılmaz geçenlerde hayatını kaybeden büyük mizah insanı Attila Özdemiroğlu’nun cenazesinde Zülfü Livaneli’nin yanında uzun süre kahkahalar atıp durmuş. Posta da “Bu sefer güldürmedi” diye başlık atmış…
Neymiş, saygısızmış.
Kim bilir, belki de Cem Yılmaz o an Attila Özdemiroğlu’yla ilgili bir anısını anlatıyordu, belki hayatını değiştiren, onu mutlu eden, birlikte paylaştıkları özel bir an’dı onu güldüren. Birlikte yaşayıp, birlikte güldükleri…
Türkiye’de insanların acılarını nasıl yaşayacağına dair kendi ahlakı sorgulamaya açık medyanın karar verici olması ironik değil mi? Herkesin kaybı kabullenme ve atlatma süreci farklı. Bunu yaşayanlar biliyor.

Geçenlerde kaybettiğimiz Ferdane Muhtar, oğlu Reha ve eşi Cemal Muhtar.


Dahası, cenazelerin yas içinde geçme zorunluluğunu kim ilan etti, neden hepimiz buna uymak zorundayız? Cenazeler bazen uğurlanan insanın yaşamını kutlama anları da olabilir; güzel insanları bizi güldüren anılarıyla hatırlamak, onları sonsuzluğa güzel dileklerle, mutlu bir şekilde uğurlamak da bir tercihtir. Bizdeki kaotik düzenine karşılık, gerçek bir saygıyla ölenin uğurlandığı Hıristiyan cenazelerinde kilisede yer yer şarkılar okunur, bazen komik anılar anlatılır, insanlar kahkahalara boğulur, bazen de gözyaşı dökülür.
Annemi kaybettiğimde bütün arkadaşlarımla birlikte Reha Muhtar da bir an bile yanımdan ayrılmamış, hem cenazede, hem sonrasındaki yemekte destek olmuştu. Şimdi o da kendi annesini kaybetti ve binlerce kilometre uzaktayım, yanında olamadığımdan içim parçalanıyor. Ama biliyorum ki birlikte olsaydık, bir yemek masasına oturur, güzel anılarla, şakalarla, esprilerle annesini yad eder, kahkahalar atar, birlikte acı çeker, bu günleri böyle atlatmaya çalışırdık. Çünkü benim annemin yokluğunun verdiği acıyı da birlikte böyle bastırmıştık; yer yer gülerek, uğurladığımız insanın hayatını kutlayarak. Nitekim o da birkaç gündür köşesinde annesini yazıyor, esprili anılarını anlatıyor, Ferdane Muhtar’ı güzel günleriyle tanıtıyor, yaşatıyor bize.
Gidenin ardından yaşadıkları hayatları kutlamanın nesi kötü?

Trump artık daha mantıklı konuşacak.


 

….Ve Trump normalleşti

Artık başkan adayı


Cumhuriyetçiler delegelerin oylarıyla alt edemedikleri Donald Trump’ı aday yapmamak için kurultaya gitmeyi planlıyorlar. Böylece en yüksek oyu alsa bile birkaç turlu kurultay oylamasında Trump’ın elenip yeni bir adayın Cumhuriyetçi Parti’yi seçimlerde temsil etmesi hesap ediliyor. Hatta şu anki adayların dışında isimler bile çıkabilir.
Hayatın sanatı taklit ettiği anlardan biri, Washington siyasetini anlatan “House of Cards” dizisinde de böyle bir düğüm Başkan Frank Underwood’un başına dert oluyor. Sistem biraz karmaşık, eğer eyalet ön seçimlerinin toplamında hiçbir aday 1237 oyu alamazsa kurultaya gidiliyor. Özetle dolambaçlı yoldan Trump’ın ayağını kaydırmak için Cumhuriyetçiler birleşebilir.
Trump nefret edilesi bir adam belki, ama aptal değil. Tehlikeyi seziyor ve hemen strateji değiştirmeye başladı.
Kullandığı nefret söyleminin ne yazık ki ABD’deki sağcı seçmen kitlesinde karşılığı vardı; dahası tartışmalı açıklamaları medyada haber olarak ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz’ ilkesince işe yaradı.
Geçenlerde Trump seçim kampanyasına yeni bir danışman atadı. Ve bu değişimin üzerindeki etkisi hemen görülmeye başladı.
Ağzına her geleni söyleyen Trump gitti, yerine oturaklı, olgun, mantıklı konuşmaya başlayan bir Başkan adayı geldi. Yeni stratejist bu taktiği uygulamaya, Trump’ın daha makul konuşmaya başlayacağını yaptığı toplantıda ekibe de belirtti.
Şimdi olgun Trump belleklerdeki negatif imajını silerek gerçek bir aday rolüne soyunarak kazanma planları yapıyor. Tutarsa, Donald Trump başkanlığı şaka olmaz. Zira rakibi Hillary Clinton olacak gibi gözüküyor ve bütün kamuoyu yoklamalarında sevilmediği ortaya çıkmasına rağmen seçmen mecburen ona oy verecek. Bizde mecburen gariban CHP’ye oy veren seçmenler gibi; yıllardır sonucunun nasıl olduğunu yaşıyoruz.

İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.