Tam 20 yıl önce, 1996’da Kanal D’de haber editörüydüm...
Soğuk, puslu bir kış günü, güvendiğim bir kaynaktan aldığım inanılmaz bir haberle yerimden sıçradığımı anımsıyorum:
-Ünlü müzisyen Onno Tunç, kendi uçağıyla Bursa’dan havalanmış ve kaybolmuştu; bir ihtimal yanında Sezen Aksu da vardı!..
Hemen telefona sarılıp Sezen Aksu’yu aradım, evindeydi ancak Onno’dan haberi yoktu. Paniğe kapılmasını önlemek için “ben bir araştırayım, haber veririm” dedim. O andan itibaren tüm haber merkezi arı kovanı gibi işlemeye başladı. Kısa sürede haber büyük ölçüde doğrulanmıştı; Onno’nun uçağı gerçekten bir grup uçakla birlikte Bursa’dan İstanbul’a doğru havalanmış, ancak yalnızca onun uçağı iniş yapmamıştı!.. Uçakta Onno ile birlikte Hasan Kınık adlı arkadaşının olduğunu da öğrenmiştik.
Aralarında bir spiker arkadaşımızın da bulunduğu bir ekip seçtik ve televizyonun canlı yayın aracı minibüsle vakit kaybetmeden uçağın kaybolduğu bölgeye gönderdik. Bir şeyi fena halde gözden kaçırdığımızı daha sonra anlayacaktık; hava raporları hem şiddetli fırtınaya hem de kaza bölgesinde yoğun kar yağışına işaret ediyordu...
-Ancak biz o şartları raporları okuyarak değil, bizzat yaşayarak görecektik!..

Hayatımızı kurtaran kahramanlar!..


Kanal D ekibi belirlenen bölgeye ulaşmıştı...
Geçen süre içinde, Onno’nun uçağının çok büyük bir olasılıkla kaza yaptığı belirlenmiş, hatta koordinatlar bile ortaya çıkmıştı. Bu da bizim ekibin kaza yerine çok yakın olduğunu gösteriyordu. Ama kötü haber hemen arkadan geldi:
-Ekibimiz kaybolmuş ve de mahsur kalmıştı!..
Cep telefonundan konuşabiliyorduk kesik kesik de olsa ama hem telefonun şarjının hem de arabanın yakıtının bitmesi halinde bir facia yaşanabilirdi. Spiker arkadaşımın sözleri hala kulaklarımdadır:
-Karların altına gömülüyoruz, üşüyoruz!..
Diğer editör arkadaşım sevgili Celal Pir fırtınalı havada havalanacak cesareti gösterebilecek bir helikopter ararken ben karadan yola çıkmıştım bile; takım elbise, kravat, palto ve mokasen ayakkabılarımla ekibi kurtarmaya gidiyordum!..
Yalova-Bursa arasında Süpürgelik mevkii denilen yerden Mecidiyeköy levhasının bulunduğu yola saptıktan yalnızca bir kaç dakika sonra, hiç abartmadan söylüyorum, kendimi kutuplarda zannetmiştim. İnanılmaz bir tipi, felaket bir rüzgar altında köyün kahvehanesine ulaştık. Kapının önünde gördüğüm greyderin şoförünü sordum; sobanın başındaki yarı donmuş, titreyen adamı gösterdiler. Adama arkadaşlarımızın çok yakınlarda bir yerde mahsur kaldığını, onları kurtarmamız gerektiğini söylediğimde, beni şöyle bir süzüp, “bu halinle mi bey?” deyişini hiç unutmam!..
Ayağıma bir lastik çizme bulundu. Bir de eldiven, o havada gitmeyi reddeden şoför biraz yalvararak, biraz tehdit, biraz vaatle ikna edildi, çıktık greyderin tepesine düştük yola... Ben hayatımda böyle bir şey görmedim arkadaşlar; greyder yolu açıyordu, arkama dönüp baktığımda açılan yolun kapandığını görüyordum!.. Sonunda biraz da şansın yardımıyla ekibi bulduk... Bulduk bulmasına ama...
-Bu kez de hep birlikte mahsur kaldık!..
Yapılacak tek şey geldiğimiz yöne doğru yürümekti, yoksa donacaktık. Öyle de yaptık; birbirimizden ayrılmadan yürümeye başladık... Ancak gerçekten imkansız gibi bir şeydi bu, ayaklarımın donduğunu hissediyordum... Hava da kararmıştı... Soğuktan ciğerlerim kavruluyordu. Tam vazgeçmek üzereyken kulağımın dibinde o sesi duydum:
-Çok az kaldı, yalnızca birkaç yüz metre!.. Ben yardım edeceğim...
Nereden çıktıklarını bile fark edememiştik. En az yedi, sekiz kişilerdi; O yolda biz yürümedik, onlar bizi adeta taşıdı... Mecidiyeköy’e ulaştığımızda neredeyse iki saate yakın ayaklarımın buzlarla ovulduğunu anımsıyorum, kangren olmaması için!..
-O gençler, daha o yıl kurulan AKUT’un gönüllü kahramanlarıydı!..
Nasuh Mahruki ve arkadaşları tüm ekibi ölümden kurtarmıştı!.. Ertesi gün ne yazık ki bizim kadar şanslı olmayan, Onno Tunç’u kurtarma ekibinden Can Emrah Çelebi ve Selçuk Okay’ın donmuş cesetlerini yalnızca 1 kilometre kadar uzakta yine onlar buldu... Onno ve arkadaşı da dağa çarparak parçalanan helikopterde ölmüşlerdi...
-Biz belki de onların ilk kurtardıkları olarak tarihe geçtik!..

Mahruki ve AKUT’u gömmek!..


AKUT’un yıldızı kısa zamanda parladı...
Hele 1999 depreminde Türkiye’nin umudu, gururu oldu. Yurt içinde, dışında binlerce insanı kurtardı... Yine binlerce hayvanı ölümden çekip aldı... Dünyanın en yetkin kurtarma ekiplerinden biri olarak gönüllerde sarsılmayacak bir şekilde taht kurdu...
-Peki, sonra ne oldu?..
Bu yazının başlığında olan oldu!.. Çünkü bu ülkede başarılı, çok başarılı hatta “deha” derecesinde başarılı olmanız hiçbir şey ifade etmiyordu... En önemli kriter belliydi:
-Biat etmek!..
Bu, öncelikli “yeterlilik” ölçeğiydi!.. Sonra sırasıyla “yalakalık”, “uğruna ölmek”, “kapısına sorgusuz sualsiz bağlanmak” kriterleri geliyordu!.. AKUT’un efsane lideri Nasuh Mahruki bu kriterlerden hiçbirine en ufak yakınlığı olmadığı için hedefe oturtuldu!..
AKUT’u “anasının ak sütü gibi helal” genel merkezinden atmak için kumpas kuruldu. Son olarak sevgili Nasuh Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla neredeyse tutuklanıyordu. Adli kontrol şartıyla “şimdilik” serbest bırakıldı!..
Yazının başlığına iyi bakın; o başlık bu ülkenin makus talihini, yeteneksiz, yetersiz, gerici-faşist kafalar tarafından nerelere getirildiğini anlatıyor!..
-Bizlere “ileri demokrasi” diye yutturulan bir kabile rejimidir yaşadığımız düzen!..