Başta Atatürk olmak üzere T.C.’nin kurucuları, Osmanlı Devleti’nin, Batı karşısında niçin acze düştüğü sorusuna çok kafa yormuş olmalılar. Üç kıtaya yayılmış dev bir imparatorluğun, Anadolu’da bir devletçik haline indirgendiğini görünce herhalde “çare inkılâptır” demişlerdir. İlk tespitleri şuydu: Kendine “Devlet-i Aliyye” yani büyük devlet adını münasip gören Osmanlı, aslında “Düvel-i Muazzama”nın yani Batılı büyük devletlerin vesayeti altındaydı. Çünkü Osmanlı dış borca batıktı. Vergileri yabancılar topluyordu. Büyük devletlerin elçileri, sadrazamları parmaklarında oynatıyordu. Bu vesayete mutlaka son verilmeliydi. Öyleyse yeni devletin birinci özelliği “Tam Bağımsız” (istiklal-i tam) olacaktı.

LAİKLİK

Başlangıçta öyle düşünmeseler bile, kurucu atalarımız günün sonunda, İslamiyet’in içine düştüğü girdaptan, kendi kendini referans alarak çıkamayacağını gördüler. Kendine hayrı olmayan İslam, yeni devletin kılavuzu olamazdı. İslam’ın da kendini yenilemesine alan açmak için, devletin “laik” olmasına karar verdiler. Bu, kurucuların üzerinde en güç anlaştıkları (hatta bazen anlaşamadıkları) bir ilkeydi. Bu ilkeyi de “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” sloganıyla zihinlere yerleştirmeyi uygun gördüler.

ULUS DEVLET

Osmanlı “çok dinli ve çok milletli” bir devletti. Gayri Müslimlere özerk (Fermanlı Millet - Chartered Nation) olma hakkı tanınmıştı. Onlar da bu sayede “millet içinde millet” olmuş ve hatta “devlet içinde devletçikler” kurmuştu. ABD’nin Başkanı Wilson 1918 yılında 14 maddeden oluşan bir “Prensipler Listesi” yayınladı. Bu listenin 12. Maddesi doğrudan Türklerle ilgiliydi. Her azınlığın bir “özerk bölgeye” sahip olması öngörülüyordu. Yeni devlet, daha da küçülmemek için tek milletli bir “ulus devlet” olmalıydı. Çünkü çok milletlilik er veya geç bölünmeye yol açıyordu. Tek milletin adı “Türk” olacaktı. Türklük de “T.C. vatandaşlığı” olmak şeklinde tanımlandı. Bunun için “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı geliştirildi.

“CUMHURİYET” KURULMUŞTU, PEKİ ONU KİM MUHAFAZA EDECEKTİ

Bu üç sütun üzerine “The Cumhuriyet” bina edildi. Ama bu özelliklere sahip cumhuriyet acaba yaşayacak mıydı? Çünkü inkılâp henüz millete mal olmamıştı. Diğer taraftan hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin olacaktı. İşte bu çelişki cumhuriyeti tehlikeye atabilirdi. Öyle bir anayasal mimariye ihtiyaç vardı ki; hem milletin hâkimiyeti, hem de Cumhuriyet’in nitelikleri korunabilsindi. Bu amaçla tandem bir sistem kuruldu. Bir yanda “otonom devlet” (ordu, yargı ve yüksek bürokrasi) diğer yanda “seçilmiş hükümet” bulunacaktı. Bu Batılıların “denetle-dengele” dediği yönetim ilkesine uygundu. Biri diğerini tasfiye etmeyecekti.

DEĞİŞTİRİLMEK İSTENEN ANAYASAL MİMARİ BUDUR

2002’ye kadar bu sistem çalıştı. Askeri darbelere rağmen hem milletin egemenliği, hem de cumhuriyetin nitelikleri az çok korundu. İslamcı Gülen bu yapının zafiyetini keşfetti. Otonom devleti içerden ele geçirecek, darbeyi İslamcı askerlere yaptıracaktı. Ama başaramadı. Bu da laikleri tasfiye etmek isteyen AKP’yi, muhalif İslamcıları tasfiyeye mecbur etti.
Son söz: Hısmın, hasmın olunca; hasmın, hısmın olmaz.