Tarihten bugüne, İslam anlayış ve yorumlarının ve pratiklerinin üretildiği kesimleri sınıflandıracak olursak: Devlet (siyasal İslam), din adamları (kitabi İslam), tarikatlar (mistik İslam), halk (popüler İslam). İlk ikisinin (Fatımiler ve Safeviler hariç) diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, Osmanlılar’da da bütünüyle Sünni İslam; son ikisinin de birer kesimiyle Sünni, birer kesimiyle de heterodoks İslam içerisinde yer aldığına işaret edelim. Bu dört versiyonuyla İslam, bir yandan devlet politikası olarak, bir yandan din adamları kesiminin koyu kuralcılık ve muhafazakârlığı şeklinde, bir yandan da çeşitli tarikat çevrelerindeki içine kapanmış mistik yapısıyla, bugünkü durumda görünürde “hemen hiçbir fikri ve kültürel gelişme göstermeden” yüzlerce yıldan beri günümüze kadar geldi.” (A. Y. Ocak/Türkiye’nin Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası) Keza bu tasniflerin her birinin içinde de sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel  ve siyasi faktörlerin etkisiyle oluşmuş farklı İslam algılarından da bahsedilebilir. Ayrıca, yine bu tasnife, 1945 sonrası iki kutuplu dünyayı göz önünde bulundurursak, küresel güçlerin hamiliğini yaptığı propaganda İslam’ını da ilave edebiliriz.

MESELEYE YUKARIDAN BAKMAK

Şimdi son yüzyılın düşünürlerini hatırlayalım: Reşit Rıza, Afgânî, Abduh, Ali Şeriatî, Mehmet Akif, İbn Baz, Mevdûdî, M. Hamidullah, Seyyid Kutup, M. İkbal ve Hasan El-Benna; aralarında ne kadar anlaşabilirler? Öte yandan bu isimlerin arasına Humeyni ve Rafsancani gibi İran mollalarını katalım; yanlarına bizim Alevi dedelerini koyalım; hatta tasavvuf erbabını ve tarikat liderlerini ekleyelim; resmi bir kurum olarak Diyanet de bu gruba dâhil olsun ve şimdi soralım, buradan bütüncül ve evrensel bir teolojik mutabakat doğar mı? Vazgeçtim mutabakattan, bilimin ve felsefenin ışığında, dünya kamuoyunun dikkatlerini çekecek nitelikte bir tartışma çıkar mı? Veya günümüze/yaşama dokunacak yeni bir şey söyleyebilirler mi? Bunu düşünmek naiflik olur. Demem o ki örneğin, yarın öbür gün uzaylılar gelse ve onlara İslam’ı tanıtacak bir meclis kurulmak istense, çıkacak teolojik ve fıkhi kavgaları varın siz düşünün.

SINIRLARI BELİRLEMEK

Gelelim en önemli hususa: Bir şeyin tanımlanabilmesi için sınırlarının belli olması ya da bilinebilir olması gerekir; ne olduğunun ya da ne olmadığının açıkça belirtilmesi ve aynı zamanda açıklamaların ve ifadelerin kendi içinde de tutarlılık göstermesi gerekir. Lakin gelin görün ki birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bu tartışma ortamından, efradını cami ağyarını mani bir üst tanım getirilmesi mümkün görünmüyor. Bu da bir muhatapsızlığı yanında getirdiği gibi pek çok dini argümanı yok hükmünde kılıyor.

MUTABAKAT SORUNU

Bu noktada muhatap sorununun yanına bir de mutabakat sorununu koymak durumundayız. Yukarıda bahsettiğimiz gruplar, bir çatı altında (örneğin hilafet makamı gibi) birleşip ortaya siyasetinden fıkhına kadar tüm İslam dünyasına hitap edecek birleştirici bir kurum yaratabilirler mi? Burada da naif olmayalım, bırakın İran’ı, Suudi Arabistan’ı, Türkiye’yi, Mısır’ı, Endonezya’yı;  ölçeğin Hanefiliğe kadar daraldığı noktada bile mutabakat pek mümkün görünmüyor; örneğin Hanefilik mezhebi ortaya hala pozitif bir hukuk koyabilmiş değil. Öte yandan hilafet de bu tartışmalara hakem olamaz. Zira tarihsel olarak böyle bir rolü ve görev tanımı yoktur. (Dokuzuncu yüzyıl başı hariç, bu da çok tartışmalı bir dönemdir.) Kaldı ki, tüm İslam dünyasının üzerinde fikir birliğine varacağı bir halife düşüncesi de naifliktir; 57 ülkenin üye olduğu İslam İşbirliği Teşkilatı ortada.

21. yy’da artık insanlığın inanç tartışmalarıyla kaybedecek vakti yok. İslam ülkeleri bunun farkına varmalıdır. Dünyanın nüfusu günden güne artıyor, kaynaklarsa azalıyor. Tam da bu sebepten dolayı akılcı ve refaha kavuşturucu çözümler gerekiyor. Yorum ve yorumlama ise bahsettiklerimizin dışında bir faaliyet. Haftaya devam edelim...